27 Şubat 2011 Pazar

DEDEM

Dedem benim için hiç yaşlanmadı. Belki de ben doğduğumda bile zaten yaşlı olduğu için, onca yıl boyunca gözümde hiç değişmedi, hep aynı kaldı.

Yüzü daha fazla kırışamayacak kadar kırışıktı zaten hep. Güneş, rüzgar ve hayat yıpranmışı yüzünde, her zaman aynı ciddi ifade ve o aksi bakış vardı. Bana da musallat olan bu kemerli burun, ona da babasından mirastı sanırım.   Uzaktan gelen tekneyi ayrıntısı ile bizden önce görüp, kimin teknesi olduğunu tanıyacak kadar keskin bakışlı oldu herzaman. Maarif takviminden kopardığı yaprağı okumak yada eski harfleri kullanarak hesap yapmak için kullandığı yakın gözlüğü dışında hiç gözlük takmadı. Elinden bırakmadığı ahşap bastonu, başından hiç çıkartmadığı kumaş kasketi, renkleri birbirine benzeyen uzun kollu gömlekleri ve kumaş pantalonları, kışın çorabının üstüne giydiği siyah mestleri, yaz kış arkasına bastığı ayakkabıları ile görünüşü de hiç değişmedi.

Babamın balıkta olduğu sayısız gecelerde onu aklından hiç çıkaramadığı için olsa gerek,  hep denize uzaklara bakardı dedem. Babaannemden dinlediğim, denizdeki fırtınalı gecelerden limanın sakin sularına gelmeyi başaramayan reis dedelerin hikayeleri ağlatırdı beni hep. Hele de tüm gece dalgalarla boğuşup limanın ışıklarını görebilecek kadar kurtuluşa yaklaşan, ama son bir dalgadan kurtulamayıp denize düşen ve üzerindeki kat kat giysinin ağırlığı ile buz gibi suya galip gelemeyen reis dedenin hikayesi, şimdi bile boğazımı düğümler.

Belki de bu hikayeler yüzünden, ailedeki denizcilik geni söz geçirememiş dedeme, doğrudan babama atlamış. Kendi babası İstanbul'a giden yelkenlilerde kaptan olduğu halde, dedem denizci olmamış. Kasabada o zamanlar ilkokul bitiren dört kişiden biri, yani kendi zamanına göre okumuş sayılsa da, memur da olmamış. Bunlar yerine nerdeyse her işi yapmış, eldeki iki parça bahçede zeytincilik yapmakken asıl işi, bu gelirle geçindiremediği için onca boğazı, başka işlerin peşinde koşmuş. Aşçılık, marangozluk, aktarlık, hatta ayakkabıcılık bile gelmiş elinden.

Bu becerikli ve çalışkan adam, yine de hiçbir zaman varlık yüzü görmemiş, hep yokluk çekmiş. Deniz kenarındaki ahşap evimizde, beş çocuk büyütmüş, gelin almış, torun sahibi olmuş. Babam hariç tüm erkek kardeşler okumuş, memur olmuş, halam bir astsubayla evlenmiş, hepsi başka şehirlere dağılmış. Bir tek deniz geninin geçtiği babam okumamış çocuklarının içinde. Aklı fikri sandalda, balıkta olduğundan belki de, ilkokulu bile yedi senede bitirmiş, dedemin yanında kalmış. Aynı onun gibi her iş gelse de elinden, babam balıkçı olmuş, kısmetini hep bir sonraki koyda, bir sonraki dalgada kovalamış.

Her ne kadar çok farklı işler yapmış olsa da, benim için toprak insanıydı dedem. Benim bildiğim yaşlarında iki parça bahçeden ibaret olan toprağıyla haşır neşir olduğunu gördüğüm için de olabilir, aslında gerçekten çekirdekten yetişme bir çiftçi olduğu için de. Sadece kendi bahçesinde değil başkaların bahçelerinde de çalışmış gençliğinden beri. Onun yaptığı aşı gibi kimse aşı yapamaz derdi babam. Aslında zeytin bahçesi olan bahçelerde akla gelen tüm meyve ağaçlarından yetiştirmişti birer ikişer. Elinin değdiği tüm bitkiler aşka gelir, saksılardaki çiçekler bile coştukça coşardı.

Yokluk babamın hatta benim çocukluğumun da önemli bir parçasıydı, ama yine de dedemin hayatındaki yokluğun derecesini biz çok kestiremiyoruz sanırım. O yokluk, gerçekten de yiyecek yemek, giyecek üst baş bulamamak demekmiş. Bir ev varmış atadan kalan, onun dışındaki herşey için mücadele etmek gerekliymiş. Yamalı kıyafetler, sade suya pişen yemekler, kendi oyuncağını kendin yapmak, günlük hayatın gerçeğiymiş. Onca fakirliğe rağmen mübadelede zamanı zengin Rum komşusu tüm malını mülkünü dedemin üstüne yapmak istediğinde, o yine de kabul etmemiş, "Geri dönemezseniz çoluk çocuğun burdaki malını düşünüp ah eder, ben ah edilecek ekmeği yiyemem" demiş, kestirip atmış tüm ısrara rağmen. Gerçekten de dönememiş gidenler, devlet el koymuş kalan mülklere.
Dedemin mizacını hayat mücadelesi ve yokluk mu sertleştirmiş, yoksa hep mi aksi adamın tekiymiş, bilmiyorum. Çocukluğum onu hem severek hem de ondan korkarak geçti diyebilirim.

Bir kere ailenin kayıtsız şartsız reisi dedemdi. Babam tüm kazandığı parayı getirip eline sayar, kendine sadece bir cep harçlığı ayırır, dedem bu para ve bahçelerden gelen üç kuruşu birleştirerek, tüm ailenin bütçesini idare ederdi. Banka hesabı dedemin üstüneydi, eve alınacak herşeye o karar ve izin verirdi. Gerçekten hastalanana kadar, ne annem ne de babam çarşı pazar bilmiş, onun olmaz dediği bir ihtiyaç evde ikinci defa dile gelmemiştir.

Evin büyük çocuğu olarak ona yardım benim işim oldu belli bir yaştan sonra. Özellikle her haftanın ilk günü kasabanın en uzun yokuşuna kurulan pazara onunla birlikte gitmek ve o önden yürürken arkasından tekerlekli arabayı götürmek benim görevimdi. Sırf bu yüzden yazları her pazartesiden nefret ettim çok uzun zaman. Kışın okulda olduğum için kurtulduğum pazar cefası, tüm yaz boyu sürerdi. O en sıcak günlerde, bütün hafta yetecek kadar erzağı eve taşımaya çalışmak değildi beni bezdiren, dedemin bizi sindiren aksiliğinin dışarda da devam etmesiydi. Sokakta birbirini lafa tutup, yolu tıkayan kadınlardan, onun istediği kadar çabuk, terbiyeli yada dürüst davranmayan pazarcılara kadar herkes nasibini alırdı dedemden. Kolay kolay hiçbirşeyi beğenmez, sebze meyvenin hem en iyisini bilip, hem de kendi uygun bulduğu fiyattan da bir kuruş fazlasını vermek istemezdi. Tattığı peynir ya yeterince tuzlu yada yeterince çeşnili olmaz, bastonu ile cama vura vura en dipte köşede kalmış, en iyi kalıbı işaret edip çıkarttırır, yine de beğenmezse tek söz etmeden yürüyüp giderdi. Bense zaten mahçup mizacım kasabanın tanıdık sokaklarında normalde bile rahat yürümeme müsade etmezken, dedemle birlikteyken her terslenmede yerin dibine girer, satıcının yada azarı işiten kadının yüzündeki ifadeyi görmemek için başım yerde, utancımdan kıpkırmızı, elimden hiçbir şey gelmeden arkası sıra onu takip ederdim. Bu eziyet bazen bütün bir sabah sürer, hatta karpuz, kavun yada canlı tavuk almak için ikinci sefere uzar, bense talihime yanarak bir an önce bitmesini dilemekten başka yapacak şeyim olmadan peşinden giderdim.

Aslında tüm kasaba bir şekilde dedemi tanır ve hem yaşına hem de iyi adam namına hürmeten ona ayrıcalıklı davranırdı. Fırında, kasapta bekletilmez, bekleyecekse bile hemen oturtulup, çaylar kahvelerle ağırlanırdı. Zaten tüm hayatındaki düzen gibi, gittiği esnaf, kahvehane, hatta camii belliydi ve hiç değişmezdi. Her gün aynı tava ekmeğinden aylık marka ile aynı sayıda alınır, yarım kilo süt için kasabanın dış mahallesindeki aynı çiftçiye kadar üşenmeden gidilirdi.

Günlük düzeni de saat gibiydi dedemin. Başta babaannem ve annem olmak üzere tüm ev halkı bu düzeni sağlamak ve ona uymak ile yükümlüydü. Her sabah aynı saatte, erken kalkardı. Kışsa o uyanmadan önce soba yakılmış, sıcak su hazırlanmış olmalıydı. Kalkar, abdestini alır, namazını kılar, yaz kış kahvaltı yerine, sıcak süte karıştırılmış ballı yumurta sarısını içerdi. Sonra giyinir, çarşıya gider, öğle namazını camide kıldıktan sonra, eve yemeğe gelirdi. Aslında evin tüm düzeni dedemin namaz saatlerine bağlıydı diyebilirim, dedem camiden gelir gelmez yemek hazır olmalıydı. Aynı şey akşam yemeği için de geçerliydi. Akşam namazını bu defa evde kılar, seccadesini katlayıp kenara koyar ve doğrudan yemeğe otururdu. Akşam yemeğinin gecikmesi yada yemeğe hep birlikte oturmamak söz konusu bile olamazdı. Bu yüzden büyüyüp genç kız olduğumda bile, kasabanın neresinde olursam olayım, akşam ezanı benim içi "eve koş" alarmı olmuştur. Denize kavuşması ile ünlü o güzelim gün batımımız, benim için sakin ve keyifle tadı çıkarılacak bir seyirlik değil, eve yetişme ve sofra hazırlama telaşı demekti yıllar boyu. Yemekten sonra elini masaya gelen sabunlu beze siler, kulpsuz özel fincanında sunulan az şekerli kahvesinin yanına sigarasını yakardı.

Tam bir tiryakiydi dedem. Piyasanın en ucuzu, filtresiz Birinci Sigarası eve kahverengi paket kağıdına sarılı olarak düzinelerle alınır, her zaman cebinde taşıdığı tablaya özenle dizdiği sigaralarını, yine hep yanında olan ağızlığı ile içerdi. Tiryakiliği o kadar ileriydi ki, bir sigara ile diğerini yakar, sigaraları birbirine eklemekten çakmağa çok az ihtiyaç duyardı. Oruç zamanı sigarasızlık ile baş edebilmek için, sahura kadar Kuran okuyarak oturur ve sigarasını içer, sahurda evde her Ramazan pişirilen saç hamurundan böreğini yer, namazını kılıp, ancak gün ışıdıktan sonra uyurdu. Orucu öğlene kadar uykuda geçirir, iftar zamanı patlayan topa kadar sigarasızlık iyice başına vurduğundan evde herkes parmaklarının ucunda dolaşırdı. Tüm gün bekledikten sonra hepimiz sofraya dizilip, her akşam yemeğindeki sessiz halimizle, topun patlamasını beklerdik. Bu sırada dedem sabırsızlanır, eğer her zaman akşam haberlerinde ayar yaptığı gümüş cep saatine göre zaman geldiğinde hala top patlamamışsa, "Topçunun keyfinimi bekleyeceğiz" diye söylenip, doğrudan orucunu bozardı.

Dini bütün, inancı tam bir müslümandı dedem, ama kimse ona sofu diyemezdi. Aksine sol partiyi tutar, hacı hoca takımından hiç hoşlanmazdı. Camide lafı uzatan hocayı bile "Uzatmasana be adam, herkes işine gücüne gidecek" diye cemaatin içinde yüksek sesle azarlar, dini tartışmalara yönelik televizyon programlarından sıkılır, "Sanki öbür tarafa gidip dönmüşler de anlatıyorlar, kitapta ne yazıyorsa o" diyerek söylenip, kapatırdı.

Zaten her konuda olduğu gibi televizyonun da tek hakimiydi evde. Ona sormadan kanal değiştirmek mümkün olmadığı gibi, akşam haberleri yada hava durumunda değil televizyona dokunmak, önünden geçmek bile cesaret işiydi. Akşam onun uyku vakti geldiğinde televizyon kapanır ve herkes odasına çekilirdi. Eğer yanlışlıkla bu zaman uzatıldı ise, gelip herkesin seyrettiği filmi çat diye düğmesinden kapatır, köşesine gidip suratını asar, yatağının hazır edilmesini beklerdi.

Kendisi de orta yaşın üzerine gelmiş ve hiç de yumuşak başlı sayılmayacak babam, onca yıl tüm bunlara nasıl tahammül etti bilmiyorum. Zaten değil bir söz söylemek, bazen bakışındaki bir mana bile dedemin babama küsmesine ve günlerce konuşmamasına yeterliydi. Dedem küsünce hepten aksileşir, evin hiç tadı tuzu kalmaz, böyle olunca da babamın denizden dönüşleri uzar,  babaannem gizli gizli dedeme söylenir, annem kıyıda köşede sessiz sessiz ağlardı. Sonra bir gün gelir, ne olduğunu tam anlamasak da, ikisinin de birbirine dargınlığı geçer, sonra da babamın dedeme bir şekilde alttan alması ile herşey eski haline dönerdi.

Amcalarım, halam, yengeler, enişte, onların çocukları, istisnasız herkese karşı aynıydı dedem. Yazları misafir hiç eksik olmadı zaten bizim evde. Büyükleri görmek, hem de deniz tatili yapmak için, herbiri iki haftadan az olmamak üzere gelen misafirler bazen birbirleri ile çakışır, yer yataklarında çoluk çocuk hep birlikte uyunur, kocaman sofralar kurulurdu günde birkaç öğün. Benden başka bir çok torunu vardı dedemin büyüklü küçüklü, ama kendi eline doğup aynı evde büyüttüğü ilk torun olduğumdan mıdır bilmem, beni bir başka severdi.  Yemekte meyvenin en yumuşağını benim için soyup tabağıma koyar, akşamları cebinde çok sevdiğim tüp çikolata ile gelirdi. Eve ilk televizyon ben komşuda görüp de çok ağladım diye alındı, pek az bayram bayramlığım eksik kaldı. Tüm çocukluğum boyunca, o etraftayken değil bana bir fiske vurulması, azarlanmam bile mümkün olmadı. Yanılıp da annem yada babam onun yanında bana sert bir tavırda bulunursa hemen surat asar, el kadar çocuktan ne istiyorsunuz diye söylenir, kazara eğer olay biraz daha büyürse kendi üstüne alır, annemle babama o günü zindan ederdi.  Büyüdüğümde kendince en büyük esneklikleri  bana gösterdi. İlk evlendikleri yıllarda babam annemi kasabadaki yazlık sinemaya götürüp de eve biraz geç kaldı diye, nereden geldiyseniz oraya dönün diyerek kapıyı açmamış ama, bana gece yarısına dek dışarda kalabilmem için müsade etti yaz geceleri. Yine de kucağına alıp sevdiğini pek hatırlamam küçükken bile. Okuldaki başarılarımla her zaman övündü ama yanağımdan öpmek yerine elini öptürdü karne zamanı. Dokunmadan, uzaktan bir sevgiydi onunkisi.

Ben de tüm dedeler böyle olur diye bilip, ondan hem korktum hem onu çok sevdim. Sarılıp öpmek hiç gelmedi aklıma ama, onun varlığı hep güven verdi bana.

Ben babaannemin bebeğiydim zaten küçükken. Onunla aynı odada uyur, gecenin gölgelerinden yarattığım amansız korkulardan kaçıp, onun koynuna girerdim. Babaannem tek oyun arkadaşım, suç ortağımdı. Sahip olduğum hepi topu iki üç güzel bebeği bozulmasın diye vitrine koyar, bayram seyran dışında oynatmazdı gerçi ama olsun... Annemin bana diktiği, çiçekli, elbiselerin kırpık kumaşlarından plastik bebeğime elbiseler yapar, bana hamur açmayı, tığ işini öğretir, anlattığı masallarla beni peri padişahının ve maydanoz güzelinin yaşadıkları yerlere götürürdü.

Dedem ne kadar sağlıklı ve hastalığa uzaksa, babaannemde de olmayan hastalık yok gibiydi. Zaten ufak tefek olması bir yana, gençliğinden beri muzdarip olduğu şeker hastalığınında etkisiyle hep çok zayıf, dokunsak kırılacakmış gibi narin ve ince oldu. Uzun kemikli elleri bembeyaz, nerdeyse şeffaf görünürdü. Dedem ne kadar ters bakışlı ise, babaannem de o kadar yumuşak ve tatlı bir kadındı. Gerçi o da yeri geldiğinde anneme huysuzluk ederdi ama, onunki daha çok dedemin korkusuyla, yemeğin yeterince kıvamında olup olmadığı yada vaktinde yetişip yetişmemesi ile ilgili olurdu.

Dedem babaannemi kasabamızın olduğu yarımadanın diğer tarafına düşen bir köyden gelin alıp getirmiş. Nasıl olmuş, kimmiş aracı bilmiyorum. Babaannem köyünden gelin olup da çıktıktan sonra, onca yıl sadece sayılı defalar  ailesini ziyaret edebilmiş, hep onlara ve köyüne hasret kalmış. Bu yüzden de ilk çocukluğundan sonra tüm ailesi dedem olmuş. Huysuz da olsa, yokluk da çekseler, şikayet etmeden sevmiş dedemi. Hayatı boyunca babaannem dedemin tüm huysuzluklarının nasibini ilk elden alan kişi oldu. Yine de hep uğraştı durdu, yemeği gecikmesin, çocuklar gürültü etmesin, kahvesi vaktinde tam kıvamında gelsin, kısaca evinin reisi mutlu olsun diye.

Lisenin son sınıfına geçtiğim sene bir gecede öldü babaannem, kalbi yetmedi dediler... Tüm hastalıklarını ve yaşını düşününce neden bu kadar hazırsızlık yakalandık bilmiyorum babaannemin gidişine. Hepimiz, tüm çocukları, gelinler, eniştem, torunlar ama en çok da babam, çok ama çok üzüldük babaannemi kaybedince. Babamı hüngür hüngür ağlarken bir tek o zaman gördüm ben.

Ama dedem kelimenin tam anlamıyla küstü babaannem birden ölünce. Daha yakın bir süre önce kadıncağızın çok istediği halde amcamın yaşadığı şehre bile gitmesine izin vermeyip, 'bundan sonra gideceğimiz servilerin altı olur olsa olsa' diyerek ağlatan adam, babaannem ölünce nerdeyse hayata küstü. İyice aksileşti yüzü, sustu, bakışları bile karardı nerdeyse. Üzülmesini beklesek de böyle bir yas bizi bile şaşırttı ev ahalisi olarak. Kendisinin yasta olması bir yana, nerdeyse bir yıl boyunca evde televizyon açtırmadı, yüksek sesle gülüp konuşunca bile kızıp azarladı hepimizi. Hatta bir iki defa ağlarken bile gordük dedemi babaannemin ardından. Kadın yada erkek olsun, bunca yıllık hayat arkadaşını kaybetmesi kolay olmasa gerek insanın. Ama bir taraftan da düşüyorum; kaybın acısından başka onca yılların huysuzluğunun vicdan azabımıydı ona bu kadar çok koyan, yoksa çocuklar, torunlar ve tüm o kalabalık içinde yalnız kalmakmıydı babaannemsiz, karar veremiyorum. Sebebi her ne olursa olsun, iyice sessizleşip aksileşti ve bir o kadar da duygusallaşıp, alıngan oldu babaannemden sonra dedem.

Yıllar benim için hızlı geçti sonra, deniz kenarındaki ahşap evimiz arka taraftaki komşu arsa ile birlikte mütahite verildi, beş katlı bir apartman oldu, dedem mütahitin verdiği bir daireyi babama verdi, diğerini öbür kardeşlere pay etti. Hep birlikte o daireye taşındık iki katlı evimizin yerine. Ben üniversite için büyük şehre gittim zaten, hem okudum, hem de bulduğum işlerde çalıştım. Gitgide kısalan tatillerde eve döndüğümde, dedemi daha çok öksürük nöbetlerine tutulup, evden dışarı daha az çıkar gördüm. Yine de hiç değişmedi evin düzeni. Namaz saatlerini takip eden sessiz sofralar, yazın eksik olmayan yatılı kalabalık, annemin herkese yetişmeye ve memnun etmeye çalışan koşturmacası, geceleri herkesin dedemin uyku saatinde yatağa gidişi...

Sonra üniversitenin son senesine geçtiğim yaz dedem bir sabah yattığı gibi uyanmadı. Vucudunda sigara nikotini ile birlikte dolaşan aksiliğinin ve zor yıllara küskünlüğün zehirli tortusu, sonunda damarlarını tıkamıştı bir kaç yerden, felç geçirdi dedem. Sağ tarafı hiç tutmuyordu, ilk önceleri hiç konuşamadı, sonra yavaş yavaş derdini anlatmaya, elini kıpırdatmaya başladı. Bir süre sonra oturabilecek, tekrar kendi kendine sigarasını içebilecek kadar iyileşti ama bir daha kendi başına yürüyemedi, pencere kenarındaki yatağına mahkum oldu. İyice sessizleşti, hemen hiç konuşmaz oldu. Eve gelen doktor her seferinde "Amca bu sigara öldürecek seni, içemezsin artık" der, dedem sesini çıkartmaz, başını öbür tarafa çevirir, doktor kapıdan çıkar çıkmaz anneme sigarasını getirmesi için işaret ederdi.

Eve her gelişimde onu biraz daha bitkin görsem de, evin düzeni değişmediği için sanırım, geliş gidişlerimde dedemin ne kadar hasta olduğunu pek anlayamadım. Hem okuyup hem çalıştığım için, pek iznim de olmuyordu zaten. Eve gelebildiğim kısa  tatiller bir bayram havasında geçer, annem en sevdiğim yemekleri sıraya sokup, hepsinden yemeden gitmemem için uğraşır, babam yaz ise en güzel karpuzları eve taşıyıp, kış ise akşamları odadaki kuzine üzerinde çok sevdiğim kestanelerden yapardı. Dedem yattığı yerden bazen denize bazen de televizyona bakıyor olurdu biz konuşurken. Geldiğimde elini öper, hatırını sorardım, giderken de yine elini öper, hoşçakal derdim sadece. Artık kimseyle pek konuşmadığı için bana da birşey sormaz, ortaya anlattıklarımı dinler, üzerine de birşey söylemezdi.

Okulu bitirdiğim sene bir burs kazandım yurt dışında yüksek lisans yapmak üzere. Burs dediysem sadece okul para almıyordu dersler için, kalacak yer, yemek ve diğer herşey için okuldan kalan tüm zamanlarımda çalışmam gerekiyordu. Üniversiteye giderken küçük kasabamdan ve ailemden ayrılmış, büyük şehirde tek başıma yaşamayı öğrenmiştim, şimdi ise kıtanın öbür ucuna, cebimde iki yıl sonrasına tarihli dönüş biletim ve çok az bir parayla gelmiş, yaşam mücadelesi veriyordum.

Bir gün eve telefon ettim, kaldığım yurdun kapısındaki ankesörlü telefondan. Annemin sesi ağlamaklı geliyordu ama beni özlediğini söyledi sadece, üzerinde çok durmadım. O günden iki ay sonra bir arkadaşım geldi beni görmeye. O da başka bir şehirde okuyordu bu ülkede. Bizim eve uğradığını söyledi Türkiye'ye gittiğinde. Annemin ördüğü kazağı, babamın yolladığı harçlığı getirmişti benim için. Sonra durdu, elimi tuttu, getirdiği üçüncü şeyi de verdi; dedemin ölüm haberini. Meğer iki ay önce aradığım gün ölmüş benim dedem. Bir sabah uyanmamış o da, babaannem gibi. Annemle babam gelemeyeceğimi bile bile cenazeye, beni üzmek istememişler uzak memleketlerde, saklamışlar benden... Arkadaşım söylesin, yanımda candan biri olsun istemişler, dedemin ölüm haberini alırken.

Birşey diyemeden öylece kaldım bir süre oturduğumuz bankta. Gerçekten niye bu kadar üzüldüğümü tarttım kendi kendime... Dürüst olmak gerekirse, uzakta olmanın acısı yaktı canımı en çok, ailemin yanında olup, acılarını paylaşmadığım için o üzüldüm ben o gün. Dedem uzun ve sağlıklı bir hayat geçirmiş, eşi, çocukları ve torunları ile birlikte hayat mücadelesi vermişti. Babaannemi kaybettiğinde geride kalan olmayı kaldıramamış, sigaradan değil, kendi küskünlüğünden ve yanlızlığından hasta olmuş, sonunda da nicedir beklediği sona kavuşmuş, yatağında son nefesini vermişti işte. Ben dedem için nerdeyse mutlu olduğumu hatırlıyorum o gün. Bilgeliğine yakışmayan küskünlükten o gün kurtulmuş, daha fazla acı çekmeden huzura ve babaanneme kavuşmuştu. Kimbilir belki de ben yanılıyorum; belki ben uzaktayken çoktan affetmişti zor yılları ve geride yanlız kalmışlığı ve belki de bu sayede huzur ve sukunetle geçirmişti son anlarını...

---------