27 Şubat 2011 Pazar

DEDEM

Dedem benim için hiç yaşlanmadı. Belki de ben doğduğumda bile zaten yaşlı olduğu için, onca yıl boyunca gözümde hiç değişmedi, hep aynı kaldı.

Yüzü daha fazla kırışamayacak kadar kırışıktı zaten hep. Güneş, rüzgar ve hayat yıpranmışı yüzünde, her zaman aynı ciddi ifade ve o aksi bakış vardı. Bana da musallat olan bu kemerli burun, ona da babasından mirastı sanırım.   Uzaktan gelen tekneyi ayrıntısı ile bizden önce görüp, kimin teknesi olduğunu tanıyacak kadar keskin bakışlı oldu herzaman. Maarif takviminden kopardığı yaprağı okumak yada eski harfleri kullanarak hesap yapmak için kullandığı yakın gözlüğü dışında hiç gözlük takmadı. Elinden bırakmadığı ahşap bastonu, başından hiç çıkartmadığı kumaş kasketi, renkleri birbirine benzeyen uzun kollu gömlekleri ve kumaş pantalonları, kışın çorabının üstüne giydiği siyah mestleri, yaz kış arkasına bastığı ayakkabıları ile görünüşü de hiç değişmedi.

Babamın balıkta olduğu sayısız gecelerde onu aklından hiç çıkaramadığı için olsa gerek,  hep denize uzaklara bakardı dedem. Babaannemden dinlediğim, denizdeki fırtınalı gecelerden limanın sakin sularına gelmeyi başaramayan reis dedelerin hikayeleri ağlatırdı beni hep. Hele de tüm gece dalgalarla boğuşup limanın ışıklarını görebilecek kadar kurtuluşa yaklaşan, ama son bir dalgadan kurtulamayıp denize düşen ve üzerindeki kat kat giysinin ağırlığı ile buz gibi suya galip gelemeyen reis dedenin hikayesi, şimdi bile boğazımı düğümler.

Belki de bu hikayeler yüzünden, ailedeki denizcilik geni söz geçirememiş dedeme, doğrudan babama atlamış. Kendi babası İstanbul'a giden yelkenlilerde kaptan olduğu halde, dedem denizci olmamış. Kasabada o zamanlar ilkokul bitiren dört kişiden biri, yani kendi zamanına göre okumuş sayılsa da, memur da olmamış. Bunlar yerine nerdeyse her işi yapmış, eldeki iki parça bahçede zeytincilik yapmakken asıl işi, bu gelirle geçindiremediği için onca boğazı, başka işlerin peşinde koşmuş. Aşçılık, marangozluk, aktarlık, hatta ayakkabıcılık bile gelmiş elinden.

Bu becerikli ve çalışkan adam, yine de hiçbir zaman varlık yüzü görmemiş, hep yokluk çekmiş. Deniz kenarındaki ahşap evimizde, beş çocuk büyütmüş, gelin almış, torun sahibi olmuş. Babam hariç tüm erkek kardeşler okumuş, memur olmuş, halam bir astsubayla evlenmiş, hepsi başka şehirlere dağılmış. Bir tek deniz geninin geçtiği babam okumamış çocuklarının içinde. Aklı fikri sandalda, balıkta olduğundan belki de, ilkokulu bile yedi senede bitirmiş, dedemin yanında kalmış. Aynı onun gibi her iş gelse de elinden, babam balıkçı olmuş, kısmetini hep bir sonraki koyda, bir sonraki dalgada kovalamış.

Her ne kadar çok farklı işler yapmış olsa da, benim için toprak insanıydı dedem. Benim bildiğim yaşlarında iki parça bahçeden ibaret olan toprağıyla haşır neşir olduğunu gördüğüm için de olabilir, aslında gerçekten çekirdekten yetişme bir çiftçi olduğu için de. Sadece kendi bahçesinde değil başkaların bahçelerinde de çalışmış gençliğinden beri. Onun yaptığı aşı gibi kimse aşı yapamaz derdi babam. Aslında zeytin bahçesi olan bahçelerde akla gelen tüm meyve ağaçlarından yetiştirmişti birer ikişer. Elinin değdiği tüm bitkiler aşka gelir, saksılardaki çiçekler bile coştukça coşardı.

Yokluk babamın hatta benim çocukluğumun da önemli bir parçasıydı, ama yine de dedemin hayatındaki yokluğun derecesini biz çok kestiremiyoruz sanırım. O yokluk, gerçekten de yiyecek yemek, giyecek üst baş bulamamak demekmiş. Bir ev varmış atadan kalan, onun dışındaki herşey için mücadele etmek gerekliymiş. Yamalı kıyafetler, sade suya pişen yemekler, kendi oyuncağını kendin yapmak, günlük hayatın gerçeğiymiş. Onca fakirliğe rağmen mübadelede zamanı zengin Rum komşusu tüm malını mülkünü dedemin üstüne yapmak istediğinde, o yine de kabul etmemiş, "Geri dönemezseniz çoluk çocuğun burdaki malını düşünüp ah eder, ben ah edilecek ekmeği yiyemem" demiş, kestirip atmış tüm ısrara rağmen. Gerçekten de dönememiş gidenler, devlet el koymuş kalan mülklere.
Dedemin mizacını hayat mücadelesi ve yokluk mu sertleştirmiş, yoksa hep mi aksi adamın tekiymiş, bilmiyorum. Çocukluğum onu hem severek hem de ondan korkarak geçti diyebilirim.

Bir kere ailenin kayıtsız şartsız reisi dedemdi. Babam tüm kazandığı parayı getirip eline sayar, kendine sadece bir cep harçlığı ayırır, dedem bu para ve bahçelerden gelen üç kuruşu birleştirerek, tüm ailenin bütçesini idare ederdi. Banka hesabı dedemin üstüneydi, eve alınacak herşeye o karar ve izin verirdi. Gerçekten hastalanana kadar, ne annem ne de babam çarşı pazar bilmiş, onun olmaz dediği bir ihtiyaç evde ikinci defa dile gelmemiştir.

Evin büyük çocuğu olarak ona yardım benim işim oldu belli bir yaştan sonra. Özellikle her haftanın ilk günü kasabanın en uzun yokuşuna kurulan pazara onunla birlikte gitmek ve o önden yürürken arkasından tekerlekli arabayı götürmek benim görevimdi. Sırf bu yüzden yazları her pazartesiden nefret ettim çok uzun zaman. Kışın okulda olduğum için kurtulduğum pazar cefası, tüm yaz boyu sürerdi. O en sıcak günlerde, bütün hafta yetecek kadar erzağı eve taşımaya çalışmak değildi beni bezdiren, dedemin bizi sindiren aksiliğinin dışarda da devam etmesiydi. Sokakta birbirini lafa tutup, yolu tıkayan kadınlardan, onun istediği kadar çabuk, terbiyeli yada dürüst davranmayan pazarcılara kadar herkes nasibini alırdı dedemden. Kolay kolay hiçbirşeyi beğenmez, sebze meyvenin hem en iyisini bilip, hem de kendi uygun bulduğu fiyattan da bir kuruş fazlasını vermek istemezdi. Tattığı peynir ya yeterince tuzlu yada yeterince çeşnili olmaz, bastonu ile cama vura vura en dipte köşede kalmış, en iyi kalıbı işaret edip çıkarttırır, yine de beğenmezse tek söz etmeden yürüyüp giderdi. Bense zaten mahçup mizacım kasabanın tanıdık sokaklarında normalde bile rahat yürümeme müsade etmezken, dedemle birlikteyken her terslenmede yerin dibine girer, satıcının yada azarı işiten kadının yüzündeki ifadeyi görmemek için başım yerde, utancımdan kıpkırmızı, elimden hiçbir şey gelmeden arkası sıra onu takip ederdim. Bu eziyet bazen bütün bir sabah sürer, hatta karpuz, kavun yada canlı tavuk almak için ikinci sefere uzar, bense talihime yanarak bir an önce bitmesini dilemekten başka yapacak şeyim olmadan peşinden giderdim.

Aslında tüm kasaba bir şekilde dedemi tanır ve hem yaşına hem de iyi adam namına hürmeten ona ayrıcalıklı davranırdı. Fırında, kasapta bekletilmez, bekleyecekse bile hemen oturtulup, çaylar kahvelerle ağırlanırdı. Zaten tüm hayatındaki düzen gibi, gittiği esnaf, kahvehane, hatta camii belliydi ve hiç değişmezdi. Her gün aynı tava ekmeğinden aylık marka ile aynı sayıda alınır, yarım kilo süt için kasabanın dış mahallesindeki aynı çiftçiye kadar üşenmeden gidilirdi.

Günlük düzeni de saat gibiydi dedemin. Başta babaannem ve annem olmak üzere tüm ev halkı bu düzeni sağlamak ve ona uymak ile yükümlüydü. Her sabah aynı saatte, erken kalkardı. Kışsa o uyanmadan önce soba yakılmış, sıcak su hazırlanmış olmalıydı. Kalkar, abdestini alır, namazını kılar, yaz kış kahvaltı yerine, sıcak süte karıştırılmış ballı yumurta sarısını içerdi. Sonra giyinir, çarşıya gider, öğle namazını camide kıldıktan sonra, eve yemeğe gelirdi. Aslında evin tüm düzeni dedemin namaz saatlerine bağlıydı diyebilirim, dedem camiden gelir gelmez yemek hazır olmalıydı. Aynı şey akşam yemeği için de geçerliydi. Akşam namazını bu defa evde kılar, seccadesini katlayıp kenara koyar ve doğrudan yemeğe otururdu. Akşam yemeğinin gecikmesi yada yemeğe hep birlikte oturmamak söz konusu bile olamazdı. Bu yüzden büyüyüp genç kız olduğumda bile, kasabanın neresinde olursam olayım, akşam ezanı benim içi "eve koş" alarmı olmuştur. Denize kavuşması ile ünlü o güzelim gün batımımız, benim için sakin ve keyifle tadı çıkarılacak bir seyirlik değil, eve yetişme ve sofra hazırlama telaşı demekti yıllar boyu. Yemekten sonra elini masaya gelen sabunlu beze siler, kulpsuz özel fincanında sunulan az şekerli kahvesinin yanına sigarasını yakardı.

Tam bir tiryakiydi dedem. Piyasanın en ucuzu, filtresiz Birinci Sigarası eve kahverengi paket kağıdına sarılı olarak düzinelerle alınır, her zaman cebinde taşıdığı tablaya özenle dizdiği sigaralarını, yine hep yanında olan ağızlığı ile içerdi. Tiryakiliği o kadar ileriydi ki, bir sigara ile diğerini yakar, sigaraları birbirine eklemekten çakmağa çok az ihtiyaç duyardı. Oruç zamanı sigarasızlık ile baş edebilmek için, sahura kadar Kuran okuyarak oturur ve sigarasını içer, sahurda evde her Ramazan pişirilen saç hamurundan böreğini yer, namazını kılıp, ancak gün ışıdıktan sonra uyurdu. Orucu öğlene kadar uykuda geçirir, iftar zamanı patlayan topa kadar sigarasızlık iyice başına vurduğundan evde herkes parmaklarının ucunda dolaşırdı. Tüm gün bekledikten sonra hepimiz sofraya dizilip, her akşam yemeğindeki sessiz halimizle, topun patlamasını beklerdik. Bu sırada dedem sabırsızlanır, eğer her zaman akşam haberlerinde ayar yaptığı gümüş cep saatine göre zaman geldiğinde hala top patlamamışsa, "Topçunun keyfinimi bekleyeceğiz" diye söylenip, doğrudan orucunu bozardı.

Dini bütün, inancı tam bir müslümandı dedem, ama kimse ona sofu diyemezdi. Aksine sol partiyi tutar, hacı hoca takımından hiç hoşlanmazdı. Camide lafı uzatan hocayı bile "Uzatmasana be adam, herkes işine gücüne gidecek" diye cemaatin içinde yüksek sesle azarlar, dini tartışmalara yönelik televizyon programlarından sıkılır, "Sanki öbür tarafa gidip dönmüşler de anlatıyorlar, kitapta ne yazıyorsa o" diyerek söylenip, kapatırdı.

Zaten her konuda olduğu gibi televizyonun da tek hakimiydi evde. Ona sormadan kanal değiştirmek mümkün olmadığı gibi, akşam haberleri yada hava durumunda değil televizyona dokunmak, önünden geçmek bile cesaret işiydi. Akşam onun uyku vakti geldiğinde televizyon kapanır ve herkes odasına çekilirdi. Eğer yanlışlıkla bu zaman uzatıldı ise, gelip herkesin seyrettiği filmi çat diye düğmesinden kapatır, köşesine gidip suratını asar, yatağının hazır edilmesini beklerdi.

Kendisi de orta yaşın üzerine gelmiş ve hiç de yumuşak başlı sayılmayacak babam, onca yıl tüm bunlara nasıl tahammül etti bilmiyorum. Zaten değil bir söz söylemek, bazen bakışındaki bir mana bile dedemin babama küsmesine ve günlerce konuşmamasına yeterliydi. Dedem küsünce hepten aksileşir, evin hiç tadı tuzu kalmaz, böyle olunca da babamın denizden dönüşleri uzar,  babaannem gizli gizli dedeme söylenir, annem kıyıda köşede sessiz sessiz ağlardı. Sonra bir gün gelir, ne olduğunu tam anlamasak da, ikisinin de birbirine dargınlığı geçer, sonra da babamın dedeme bir şekilde alttan alması ile herşey eski haline dönerdi.

Amcalarım, halam, yengeler, enişte, onların çocukları, istisnasız herkese karşı aynıydı dedem. Yazları misafir hiç eksik olmadı zaten bizim evde. Büyükleri görmek, hem de deniz tatili yapmak için, herbiri iki haftadan az olmamak üzere gelen misafirler bazen birbirleri ile çakışır, yer yataklarında çoluk çocuk hep birlikte uyunur, kocaman sofralar kurulurdu günde birkaç öğün. Benden başka bir çok torunu vardı dedemin büyüklü küçüklü, ama kendi eline doğup aynı evde büyüttüğü ilk torun olduğumdan mıdır bilmem, beni bir başka severdi.  Yemekte meyvenin en yumuşağını benim için soyup tabağıma koyar, akşamları cebinde çok sevdiğim tüp çikolata ile gelirdi. Eve ilk televizyon ben komşuda görüp de çok ağladım diye alındı, pek az bayram bayramlığım eksik kaldı. Tüm çocukluğum boyunca, o etraftayken değil bana bir fiske vurulması, azarlanmam bile mümkün olmadı. Yanılıp da annem yada babam onun yanında bana sert bir tavırda bulunursa hemen surat asar, el kadar çocuktan ne istiyorsunuz diye söylenir, kazara eğer olay biraz daha büyürse kendi üstüne alır, annemle babama o günü zindan ederdi.  Büyüdüğümde kendince en büyük esneklikleri  bana gösterdi. İlk evlendikleri yıllarda babam annemi kasabadaki yazlık sinemaya götürüp de eve biraz geç kaldı diye, nereden geldiyseniz oraya dönün diyerek kapıyı açmamış ama, bana gece yarısına dek dışarda kalabilmem için müsade etti yaz geceleri. Yine de kucağına alıp sevdiğini pek hatırlamam küçükken bile. Okuldaki başarılarımla her zaman övündü ama yanağımdan öpmek yerine elini öptürdü karne zamanı. Dokunmadan, uzaktan bir sevgiydi onunkisi.

Ben de tüm dedeler böyle olur diye bilip, ondan hem korktum hem onu çok sevdim. Sarılıp öpmek hiç gelmedi aklıma ama, onun varlığı hep güven verdi bana.

Ben babaannemin bebeğiydim zaten küçükken. Onunla aynı odada uyur, gecenin gölgelerinden yarattığım amansız korkulardan kaçıp, onun koynuna girerdim. Babaannem tek oyun arkadaşım, suç ortağımdı. Sahip olduğum hepi topu iki üç güzel bebeği bozulmasın diye vitrine koyar, bayram seyran dışında oynatmazdı gerçi ama olsun... Annemin bana diktiği, çiçekli, elbiselerin kırpık kumaşlarından plastik bebeğime elbiseler yapar, bana hamur açmayı, tığ işini öğretir, anlattığı masallarla beni peri padişahının ve maydanoz güzelinin yaşadıkları yerlere götürürdü.

Dedem ne kadar sağlıklı ve hastalığa uzaksa, babaannemde de olmayan hastalık yok gibiydi. Zaten ufak tefek olması bir yana, gençliğinden beri muzdarip olduğu şeker hastalığınında etkisiyle hep çok zayıf, dokunsak kırılacakmış gibi narin ve ince oldu. Uzun kemikli elleri bembeyaz, nerdeyse şeffaf görünürdü. Dedem ne kadar ters bakışlı ise, babaannem de o kadar yumuşak ve tatlı bir kadındı. Gerçi o da yeri geldiğinde anneme huysuzluk ederdi ama, onunki daha çok dedemin korkusuyla, yemeğin yeterince kıvamında olup olmadığı yada vaktinde yetişip yetişmemesi ile ilgili olurdu.

Dedem babaannemi kasabamızın olduğu yarımadanın diğer tarafına düşen bir köyden gelin alıp getirmiş. Nasıl olmuş, kimmiş aracı bilmiyorum. Babaannem köyünden gelin olup da çıktıktan sonra, onca yıl sadece sayılı defalar  ailesini ziyaret edebilmiş, hep onlara ve köyüne hasret kalmış. Bu yüzden de ilk çocukluğundan sonra tüm ailesi dedem olmuş. Huysuz da olsa, yokluk da çekseler, şikayet etmeden sevmiş dedemi. Hayatı boyunca babaannem dedemin tüm huysuzluklarının nasibini ilk elden alan kişi oldu. Yine de hep uğraştı durdu, yemeği gecikmesin, çocuklar gürültü etmesin, kahvesi vaktinde tam kıvamında gelsin, kısaca evinin reisi mutlu olsun diye.

Lisenin son sınıfına geçtiğim sene bir gecede öldü babaannem, kalbi yetmedi dediler... Tüm hastalıklarını ve yaşını düşününce neden bu kadar hazırsızlık yakalandık bilmiyorum babaannemin gidişine. Hepimiz, tüm çocukları, gelinler, eniştem, torunlar ama en çok da babam, çok ama çok üzüldük babaannemi kaybedince. Babamı hüngür hüngür ağlarken bir tek o zaman gördüm ben.

Ama dedem kelimenin tam anlamıyla küstü babaannem birden ölünce. Daha yakın bir süre önce kadıncağızın çok istediği halde amcamın yaşadığı şehre bile gitmesine izin vermeyip, 'bundan sonra gideceğimiz servilerin altı olur olsa olsa' diyerek ağlatan adam, babaannem ölünce nerdeyse hayata küstü. İyice aksileşti yüzü, sustu, bakışları bile karardı nerdeyse. Üzülmesini beklesek de böyle bir yas bizi bile şaşırttı ev ahalisi olarak. Kendisinin yasta olması bir yana, nerdeyse bir yıl boyunca evde televizyon açtırmadı, yüksek sesle gülüp konuşunca bile kızıp azarladı hepimizi. Hatta bir iki defa ağlarken bile gordük dedemi babaannemin ardından. Kadın yada erkek olsun, bunca yıllık hayat arkadaşını kaybetmesi kolay olmasa gerek insanın. Ama bir taraftan da düşüyorum; kaybın acısından başka onca yılların huysuzluğunun vicdan azabımıydı ona bu kadar çok koyan, yoksa çocuklar, torunlar ve tüm o kalabalık içinde yalnız kalmakmıydı babaannemsiz, karar veremiyorum. Sebebi her ne olursa olsun, iyice sessizleşip aksileşti ve bir o kadar da duygusallaşıp, alıngan oldu babaannemden sonra dedem.

Yıllar benim için hızlı geçti sonra, deniz kenarındaki ahşap evimiz arka taraftaki komşu arsa ile birlikte mütahite verildi, beş katlı bir apartman oldu, dedem mütahitin verdiği bir daireyi babama verdi, diğerini öbür kardeşlere pay etti. Hep birlikte o daireye taşındık iki katlı evimizin yerine. Ben üniversite için büyük şehre gittim zaten, hem okudum, hem de bulduğum işlerde çalıştım. Gitgide kısalan tatillerde eve döndüğümde, dedemi daha çok öksürük nöbetlerine tutulup, evden dışarı daha az çıkar gördüm. Yine de hiç değişmedi evin düzeni. Namaz saatlerini takip eden sessiz sofralar, yazın eksik olmayan yatılı kalabalık, annemin herkese yetişmeye ve memnun etmeye çalışan koşturmacası, geceleri herkesin dedemin uyku saatinde yatağa gidişi...

Sonra üniversitenin son senesine geçtiğim yaz dedem bir sabah yattığı gibi uyanmadı. Vucudunda sigara nikotini ile birlikte dolaşan aksiliğinin ve zor yıllara küskünlüğün zehirli tortusu, sonunda damarlarını tıkamıştı bir kaç yerden, felç geçirdi dedem. Sağ tarafı hiç tutmuyordu, ilk önceleri hiç konuşamadı, sonra yavaş yavaş derdini anlatmaya, elini kıpırdatmaya başladı. Bir süre sonra oturabilecek, tekrar kendi kendine sigarasını içebilecek kadar iyileşti ama bir daha kendi başına yürüyemedi, pencere kenarındaki yatağına mahkum oldu. İyice sessizleşti, hemen hiç konuşmaz oldu. Eve gelen doktor her seferinde "Amca bu sigara öldürecek seni, içemezsin artık" der, dedem sesini çıkartmaz, başını öbür tarafa çevirir, doktor kapıdan çıkar çıkmaz anneme sigarasını getirmesi için işaret ederdi.

Eve her gelişimde onu biraz daha bitkin görsem de, evin düzeni değişmediği için sanırım, geliş gidişlerimde dedemin ne kadar hasta olduğunu pek anlayamadım. Hem okuyup hem çalıştığım için, pek iznim de olmuyordu zaten. Eve gelebildiğim kısa  tatiller bir bayram havasında geçer, annem en sevdiğim yemekleri sıraya sokup, hepsinden yemeden gitmemem için uğraşır, babam yaz ise en güzel karpuzları eve taşıyıp, kış ise akşamları odadaki kuzine üzerinde çok sevdiğim kestanelerden yapardı. Dedem yattığı yerden bazen denize bazen de televizyona bakıyor olurdu biz konuşurken. Geldiğimde elini öper, hatırını sorardım, giderken de yine elini öper, hoşçakal derdim sadece. Artık kimseyle pek konuşmadığı için bana da birşey sormaz, ortaya anlattıklarımı dinler, üzerine de birşey söylemezdi.

Okulu bitirdiğim sene bir burs kazandım yurt dışında yüksek lisans yapmak üzere. Burs dediysem sadece okul para almıyordu dersler için, kalacak yer, yemek ve diğer herşey için okuldan kalan tüm zamanlarımda çalışmam gerekiyordu. Üniversiteye giderken küçük kasabamdan ve ailemden ayrılmış, büyük şehirde tek başıma yaşamayı öğrenmiştim, şimdi ise kıtanın öbür ucuna, cebimde iki yıl sonrasına tarihli dönüş biletim ve çok az bir parayla gelmiş, yaşam mücadelesi veriyordum.

Bir gün eve telefon ettim, kaldığım yurdun kapısındaki ankesörlü telefondan. Annemin sesi ağlamaklı geliyordu ama beni özlediğini söyledi sadece, üzerinde çok durmadım. O günden iki ay sonra bir arkadaşım geldi beni görmeye. O da başka bir şehirde okuyordu bu ülkede. Bizim eve uğradığını söyledi Türkiye'ye gittiğinde. Annemin ördüğü kazağı, babamın yolladığı harçlığı getirmişti benim için. Sonra durdu, elimi tuttu, getirdiği üçüncü şeyi de verdi; dedemin ölüm haberini. Meğer iki ay önce aradığım gün ölmüş benim dedem. Bir sabah uyanmamış o da, babaannem gibi. Annemle babam gelemeyeceğimi bile bile cenazeye, beni üzmek istememişler uzak memleketlerde, saklamışlar benden... Arkadaşım söylesin, yanımda candan biri olsun istemişler, dedemin ölüm haberini alırken.

Birşey diyemeden öylece kaldım bir süre oturduğumuz bankta. Gerçekten niye bu kadar üzüldüğümü tarttım kendi kendime... Dürüst olmak gerekirse, uzakta olmanın acısı yaktı canımı en çok, ailemin yanında olup, acılarını paylaşmadığım için o üzüldüm ben o gün. Dedem uzun ve sağlıklı bir hayat geçirmiş, eşi, çocukları ve torunları ile birlikte hayat mücadelesi vermişti. Babaannemi kaybettiğinde geride kalan olmayı kaldıramamış, sigaradan değil, kendi küskünlüğünden ve yanlızlığından hasta olmuş, sonunda da nicedir beklediği sona kavuşmuş, yatağında son nefesini vermişti işte. Ben dedem için nerdeyse mutlu olduğumu hatırlıyorum o gün. Bilgeliğine yakışmayan küskünlükten o gün kurtulmuş, daha fazla acı çekmeden huzura ve babaanneme kavuşmuştu. Kimbilir belki de ben yanılıyorum; belki ben uzaktayken çoktan affetmişti zor yılları ve geride yanlız kalmışlığı ve belki de bu sayede huzur ve sukunetle geçirmişti son anlarını...

---------

11 Ocak 2011 Salı

ARAF

İnsan acı çekerken günün en zor zamanı geceler derler, geçmek bilmez, uzadıkça uzar, gecenin karanlığı acıyı körükler… Öyle değilmiş, artık biliyorum.

Günün en zor kısmı sabahıymış aslında. Gözümü açtığım o ilk an değil zor olan. O ilk şuursuzluk anı çok hafif, çok sakin, nerdeyse mutlu bir an. Sonra birden kim olduğumu, ne olduğunu, artık nasıl olacağını hatırladığım, bilincin yerine geldiği o ikinci an var, işte günün en zor kısmı o zaman başlıyor.

Her sabah o anda, acı sanki ilk defa yaşıyormuş gibi çöküyor yüreğime. Bilincin yerine geldiği o saniyeden itibaren, artık hiçbir şeyin eski güzel günlerdeki gibi olmayacağı gerçeği, bir taş gibi gelip oturuyor göğsüme, sıkıştırıyor içimi. Bu ağırlıkla değil yataktan kalmak, nefes almak ve uyanık kalmak bile zor geliyor artık. Gözümü dolabın kenarına dikmiş kıpırdamadan yatarken, son günlerde yaşanan her şey aklımdan geçiyor ve her sabah, söylenmiş acı sözleri, verilen çaresiz karşılıkları, nedenleri düşünüp, aynı muhasebeyi tekrar tekrar yaparken buluyorum kendimi. Tüm yaşananlar,  yaptığıma kendim de şaşırıp, bu ben miyim dedirten ve sonucu pişmanlıkla biten hareketler, başkalarının söyledikleri, bakışları, hepsi üzerime çullanıyor. Uyanıp da görmeye başladığım bu karabasan yataktan kalkmayı imkansız kılıyor. Yeni başlayan gün manasızca önümde uzanıyor ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyor. Yeni günden korkuyorum artık ben...

Hiçbir zaman sabah insanı olmadım. Her gün daha saatin ilk çalışında, hem de neşeyle uyanan, beş dakikada giyinip, onuncu dakikada tam makyaj, şık şıkırdak yola koyulabilen kadınlara oldum olası özenmişimdir hatta. Ama artık sabah yataktan kalkmak, aynada gördüğüm yüzü kabullenmek, dün çıkardığımı değil de yeni giysiler bulup giymek ve kendimi evin dışına çıkarabilmek, çok büyük bir mesele, hatta neredeyse fiziki bir imkansızlık oldu benim için.


Kendimce insan üstü bir iş başarıp sokağa çıkabildiğimde, caddenin kalabalığı, dolmuş bulmak, şehrin her gün artan sıkışıklığına ve bir yakadan diğerine geçme macerasına dahil olmak, bir süre beni kendimden alıkoyuyor. Sonra camdan dışarı bakarken, insanların nasıl olup da gülüp şakalaştığına, mutluluklarına şaşırıyorum; Herkesin sevdiği hala yanında demek…

Bu ofiste beni "İşe yeni başlayan tuhaf kız” olarak tanıyorlar. Hemen her sabah geç geliyor, beni tavsiye eden arkadaşım Esen dışında kimse ile konuşmuyorum.  Gülmüyorum herkes gülerken, en fazla nezaketen sırıtıyorum birisi güzel bir şeyler söylediğinde. Öğlenleri yemek söylesem bile, nerdeyse tüm paketi çöpe döküyor, sürekli çay ve sigara içiyorum. Yüzüm hep bilgisayara dönük olduğu halde, arada etraftakilerden gözyaşlarımı saklayamayıp, tuvalete kaçarak salya sümük ağladığım için, gözlerim hep kırmızı, içine çökük. Saçım eskiden de kolay şekle girmezdi, kıvırcık bir kalabalık olarak kendi bildiği şekilde kabarırdı, ama şimdi kökünden kesesim var, sen sağ ben selamet…

Mezun olmama çok az kaldı aslında. Mimar olup, bunca yıldır kazandıkları üç kuruştan arttırıp da  bana gönderen aileme, emeğin boşa gitmediğini gösterebilecek, hem kendimi geçindirip, hem de onlara faydalı olabileceğim. Tabii bu halimin aksine, aklımı başıma toplayıp, okulda bitirme projesini zamanında teslim edebilir, ofiste bana söylenenleri duymaya başlayıp, patronuma boş gözlerle bakmak yerine, Esen’in anlattığı gibi herkesin beğenisini kazanan, o başarılı genç mimar adayı olduğuna onu inandırabilirsem.

Bunları hatırlayıp, yaptığım işe, çizdiğim projeye vermeye çalışıyorum kendini. Bu halleri bir başkasında görse ayıplar, ”Bu kadarı da insanın kendisine saygısızlığı” gibi büyük laflar ederdim, biliyorum. Zaten zor olan da kendimi bu halimle kabul edebilmek işte…

Evet, beni bıraktı Ozan. Sevmiyor, sevmeyecek artık. Bundan sonra sevgilim, hiçbir zaman da kocam olmayacak. "Arkadaş" olacağızbundan sonra.

Son zamanlarda hep ettiğimiz o uzun kavgaların birinden sonra, bir akşamüstü söyledi ayrılmak istediğini. Ona ne kadar kızsam, içerlesem de uzun zamandır, hazır değildim duyduklarıma… Ardı ardına patladı söyledikleri kulaklarımda: Evliliğe ya da ciddi bir ilişkiye hazır değilmiş, bu yaşta bu kadar bağlanmak normal de değilmiş zaten, başka insanlar tanımamız, hayatı görmemiz ikisimizin de faydasınaymış aslında. Böyle hissedebildiğine göre herhalde aşık da değilmiş! Belki de hiçbir zaman bir bütünün iki yarısı olamamışız... İkimize ait bir gelecek göremiyormuş, uzatmanın faydası yokmuş, arkadaş kalmak bizim için daha iyiymiş…

Artık sana aşık değilim diyen birine ne denir? “Ama ben seni seviyorum, bu büyük şehre karşı seninle ayakta duruyorum, ben olmaktan çıktım, biz oldum, sensiz olmaktan öyle korkuyorum ki kalbim sıkışıyor…” Tüm bunları söylemenin bir anlamı var mıdır? Ozan kapıdan çıktı, üzerinden kalkan yükün ağırlığı ile hafiflemiş, bir kuş kadar özgür… Ben Esen'le paylaştığımız öğrenci evinde kaldım, tek başına, gidenin ardından soluğum tutularak.
“Ayrılık ölümden de zor” der şarkı, bilmiyorum o kadarını, bir şey diyemem ölüm acısına. Benim bildiğim, en yakınımın artık en bana en yakın olmak istememesi, artık onsuz olmak. Gördüğüm filmde, oturduğum deniz kenarında, yediğim yemekte onu anmak, aramak... Tam karşımda dururken bile bana bir daha eskisi gibi bakmayacağını, elimi tutmayacağını, sarılmayacağını, sevmeyeceğini  bilmek ve hep o eski onu özlemek... Kaybetme acısı belki de hep aynı, ama bu defa üstüne bir de istenmemenin eksikliği, suçlanması kaldı bende.

Keşke etrafımızdaki bu insanlar, arkadaşlarımız, uzak kaldığımız şehirlerdeki kendi ailelerimizin yokluğunda, bu kadar önemli olmasaydı ikimiz için de. O zaman arkadaş kalalım falan demezdik belki, kestirip atardık birbirimizi hayatlarımızdan. En çok onu görmek, en çok onunla konuşmak isterken, yine de kenarda durup, onu seyrederek yaşamak zorunda olmazdım. Ama hem onsuz olmak, hem de diğerlerini bırakmayı göze alamam işte. Yalnız kalmaktan bu kadar korkarken, yapayalnız olmak ne mümkün...

O günden beri yine akıyor hayat herkes için, her ne kadar ben kendi arafımda kalmış olsam da. Bir aydır aynı arkadaşlarla, aynı yerlerde, ama ayrı taraflardayız. Hevessiz, neşesiz, hep küskünüm artık. Çoğunlukla söyleneni duymuyor, sürekli bir yerlere dalıyorum. Etrafımdaki olaylar insanlar, sanki bana dokunmadan etrafımdan süzülüp geçiyorlar.
Gün içinde hala Ozan’ın ne yaptığını, ne yapacağını düşünüyor, bir bahane bulup mutlaka iş çıkışı onu da görmeme ihtimal verecek planlar yapıyorum. Başka şeyleri düşünürken bile aklımın bir köşesiyle onu düşünüyor olmaya şaşıyorum bazen...  İnsan zehrini bu kadar özler mi? O zehir ki her temasta daha çok yayılacak, biraz daha yakacak, çok acıtacak. Ama her bağımlı gibi yoksunluk hissediyorum her an ve birazcık ondan koyabilmek için içimdeki boşluğa, sürekli onu görebilmenin yollarını kuruyorum kendi kendime. Birine bağlı olmak ama bağımlı olmamak…  Mümkün müdür acaba?

Ozan o kadar hevesli değil artık biraraya gelmelere. Bir bahaneyle ya hiç gelmiyor ya da herkesten geç kalıyor toplu buluşmalara. Erkek erkeğe görüşmeler de daha sık olmaya başladı, biliyorum. Bir aradayken nazik ama mesafeli artık. Bu akşam Esen'in yaş günü şerefine buluşulacağı için kesin gelir ama biliyorum. Üstüme biraz çeki düzen vermeye, hatta makyaj yapmaya çalıştım işten çıkarken. Esen'in beni böyle görünce buruk gülümsediği gözümden kaçmadı. Üzülüyor bu halime, en yakın arkadaşıma bile bu kadar zayıf ve güçsüz göründüğüm için utanıyorum bazen kendimden.

Çiçek pasajı her zamanki gibi kalabalık, gürültülü ve rengarenk. Daha vakit çok da geç olmamasına rağmen, hemen hemen bütün masalar dolmuş, sigara dumanı şimdiden havayı ağırlaştırmış. Öğrenci bütçesi için pahalı bir seçim olsa da, Esen çok sever burayı, hesap bölüşülüp ödenecek artık Türk usulü. Bizim masada on - on iki kişi var şimdiden. Gözüm heyecanla Ozan'ı arıyor, gelmiş işte, masanın diğer ucunda! Masadakiler arasında Ayça'yı garipsiyorum bir tek görünce. Yan sınıftaki bu hoş, akıllı ve bir o kadar da zengin kızı kim çağırmış ki bu akşam? Esen'le bir yakınlıkları da yok o kadar benim bildiğim. Ama unutuyorum ne düşündüğümü, hemen Ozan'a kayıyor aklım, kalbim yine.

Doğum günü kızı gelince hareketlendi masa, herkesle öpüştük, selamlaştık. Masadan biri gitar çalmaya diğerleri eşlik etmeye geçti biz daha oturur oturmaz. Kadehime içki doldurup etraftakilere katılır görünmeye çalışıyorum. Kaçamak bakarken Ozan'la göz göze geliyorum. O kadar özlemişim ki onu, kaçıramıyorum bakışımı, çeviremiyorum yüzümü. Gülümsüyorum, kadehimi kaldırıyorum ona doğru. Hazırlıksız yakalanmışça ve beceriksizce karşılık veriyor. Sonra çeviriyor başını tekrar, söylenen şarkıya eşlik etmeye devam ediyor.

Ben de önüme bakıp, bir taraftan şarkıya katılmaya çalışıyorum ama beceremiyorum pek. Zaten gerçekten içip söylemeye kendimi kaptırabilmek, ancak bir kaç kadeh sonra mümkün olur benim için. İki yanımdakilerin şarkı arası sohbetlerine katılmaya çalışıyorum yapabildiğim kadar. Bakmazken bile ne yaptığını görebilecek, başkası ile konuşurken bile kime ne söylediğini duyabilecek kadar pür dikkat Ozan'da aklım. Yan yana oturmasalar bile çoğunlukla Ayça’ya dönük olduğunu fark ediyorum sonra. Sanki en çok ona gülüyor, şarkılara bir tek onunla eşlik ediyor gibi.


Bu bakışları iyi tanırım ben oysa, hayranlıkla ve pür dikkat karşısındaki dinleyen Ozan,  yumuşak, onaylayıcı bir bakışla bakan Ozan, arada muzip bir gülümsemeyle çekiciliğine çekilik katan ve bunu farkında olan Ozan. Bu Ozan’ı iyi bilirim ben, uzun zamandır görmemiştim sadece… Mutlu, hevesli, karşısındakine meraklı bir hayranlıkla, keşfetmek için bakan, yüzünde bir heyecan dalgasının gezinmesine engel olamayan Ozan. Sanki bir anda burnumun ucunda olan ve benim gormediğim bir cama çarpıyorum sanki yüzümü, anlıyorum... Bu yeni Ozan’ın sebebi Ayça! Birden kızın uzun zamanlı erkek arkadaşından ayrıldığını duyduğunu hatırlıyorum geçenlerde. Hatta üzülmüş, benzer durumda olduğumuzu düşünüp içim burkulmuştu bu kız için! Demek böyle teselli buluyorlar birbirlerinde… Bir başkası için eskimiş olan heyecanlar, yeni heveslerde canlanıyor demek.

Sonra çok gülüyor, çok konuşuyorum. Etrafındakiler dünyanın en heyecanlı, en komik hikayelerini anlatıyorlar  ve rakı daha önce hiç bu kadar kolay içilen bir içki olmamıştı sanki. Gözüm ve kalbim hala masanın diğer tarafında. Başım dönüyor, pasajın gürültüsü ve gitarın sesi gitgide daha da yükseliyor, sadece pasaj ve içindekiler değil, tüm şehir, benimle birlikte, bana gülüyor. Masanın diğer yanı, dünyanın da öbür yanı olmuş. O dünyada eski sevgililer yeni aşklar buluyor, o dünyada Ozan bir başkasına sevgiyle ve hayranlıkla bakıyor... Öte dünyada yeni umutlar heyecanlar var, bu taraf ise yenik bir dünya, yenilgiyi kendi ilan etmiş, kendi sahiplenmiş, şimdi ise fıldır fıldır dönen bir dünya.
Ozan’ın mutluluğundaki tek tedirginlik benimle göz göze gelmek sanki. Masanın bu tarafına nerdeyse hiç bakmıyor, hatta sandalyesinde diğer tarafa dönük oturuyor. Bu haksızlık içinimi acıtıyor. Ne yaptım ki bu kadar istenmeyecek, ne yaptım ki varlığım bile huzursuzluk veriyor? Mutlu olmak istemiştim, Ozan’la bir olmak istemiştim bu hayata karşı. Onun da bunu istediğini hatırlıyorum, beni sevdiğini, bana da aynı merakla, heyecanla baktığı zamanları hatırlıyorum. O bakışları ben uydurmuyorum ya, hepsi yalan hepsi kandırmaca olamaz… Yerimden kalkıyorum, soracağım tüm bunları... Yürüyorum, yanında durup, kulağına eğiliyorum; "Biraz dışarı gelsene."
Ozan başını kaldırıp ona biraz can sıkıntısı, biraz da endişeyle bakıyor bana. Olay çıkaracağımı sandı... Aslında bütün masada bir sessizlik oldu galiba. O zaman anlıyorum, herkesin bu yeni havadisten haberdar olduğunu ve en az Esen kadar benim gelişimin de merakla beklendiğini masada... Ozan’ın ayağa kalktığını bir rüyada gibi fark ediyorum, sonra arkamı dönüp dışarı doğru, kalabalığı yararak yürüyorum. Kalbim o kadar hızlı atıyor ki, yokuş tırmanıyormuş gibi nefesim daralıyor.
Pasajın dışı da, neredeyse içi kadar kalabalık. Her iki yöne de aynı uğultu ile akan insan selinin kenarında duruyorum.
“Söyle, ne oluyor!” diyorum. Bağırdığımı kendi sesimi duyunca anlıyorum ancak.
"Sarhoşsun.” diyor yüzü gerilerek.

İşte bir suçum daha. Kabahat yine bende… Hep suçluyum ben! Ozan’ın aşkı bitti, benimki bitmedi! Zayıf olan, mutsuz olan, hayatına devam edemeyen benim! Aylardır mutsuzluğum ile Ozan’a yük oluyorum! Şimdi de sarhoş olup, Ozan’ın canını sıkan insanım işte…
“Neler oluyor???” diye haykırıyorum bu sefer.
“Bir şey olduğu yok” diyor sinirlenerek. “Neden bahsettiğini anlamıyorum.”
Bu kadarı fazla artık!
“Ayça’yı sen mi getirdin?” diye soluyorum ve Ozan’ın yüzündeki her türlü itirafın yerine geçen çaresizlik bakışını görünce nefesimi tutuyorum.
Yine de inkar ediyor; "Ayça’yla falan gelmedim, erkek arkadaşından yeni ayrılmış, arada bir konuşuyoruz, iyi bir kız, birbirimize iyi geliyoruz…” Sonra söylemek istediğinden çok söylemiş olduğunu fark etmiş gibi susuyor. Yere bakıp, parke taşlara vurmaya başlıyor ayağını.
“Keşke” diyorum, arkasını getiremiyorum. Keşke sen böyle susmasaydın hep konuşman gereken yerde diyeceğim, sonra diğer keşkeleri sıralayacağım, suçlu gerçekten ben miyim diye soracağım ama öyle yorgunum ki... Geçmiş ayların tüm ağırlığı üzerime çöküyor. Sonra çok ama çok üşüyorum birden sokağın ortasında. Kendim de anlamadığım bir şeyler geveleyip içeri yöneliyorum, ardımdan gelip gelmediğine bakmadan yürüyüp, yerime oturuyorum.

Yanındakilerim söylediklerini duymadan boş gözlerle etrafa bakıp, kadehte kalanı bir kerede içiyorum. "İşte şimdi bitti" diye geçiyor aklımdan. "Daha fazla bu masada oturamam." Yanınkilerin anlattığı en komik hikayeleri daha fazla dinlemeyeceğimi anlıyorum. Herkes ne kadar uzak masanın bu ucuna. Kendi kendime olmaktan, yalnız kalmaktan korktuğum için gelip oturduğum, İstanbul’un belki de en kalabalık yeri Çiçek Pasajı’nda, Ozan ve en yakınlarımın olduğu bu masada, dünyanın en yalnız insanıyım ben...
Bırakayım da tüm masa öte dünyaya dahil olsun, bana bu kadar eğlence yeter... Sessizce ayrılmak, diğerlerinin eğlencesini bölmeden gitmek için ayağa kalkıyorum. Sandalye paltomla birlikte devrilip, arka masadaki bardakları devirince ve sendeleyip tutunmak isterken, o masadan bir adamın kucağına meze tabağını dökünce bunu pek başaramadığımı anlıyorum.

Adam hışımla kalktı yerinden. Gitar durdu, herkes bana bakıyor. Her iki masadaki alkol oranı da artmış olmalı ki, o masadan birisi;  “Adam olup, sahip olsanıza yanınızdaki sarhoş karıya!” diye bağırınca ortalık birden karışıyor.
Masanın delikanlıları ile yan masadaki bıçkın ağabeyler bir anda itişmeye başladılar. İlk yumruk kimden geldi anlamadı, ama o kargaşada Ozan’ın gelen bir yumruğu savuşturup, ikincinin hedefi olmaktan kaçamadığını gördüm. Başka sandalyeler tabaklar devrildi, kızlar hep bir ağızdan bağırarak, erkekleri tutmaya, bir taraftan da arada kalıp ezilmemeye çalıştı. Ben sanki donmuş gibiyim, itiş kakışın ortasında birileri bana çarpıp, çekiştirirken, düşmemeye, ayakta kalmaya çalışıyorum.

Böyle durumlara alışık garsonlar olaya hakim oldular çok geçmeden, kavgacıları ayırıp, hesabı kestiler, herkesi ayrı kapılardan pasajdan dışarı çıkardılar.
Beyoğlu’nun ortasındaki darmadağın hallimiz pek tatsız, kimsede doğum günü kutlayacak hal kalmamış, herkesin keyfi kaçmış. Kavgaya alışık olmayan iyi aile çocukları olarak, bıçkın ağabeyler tarafından tartaklanan erkeklerin çoğunda bir iki yara bere var. Ozan’ın dudağı patlamış, fena kanıyor.  Ayça’nın elindeki mendille kanı silmeye çalıştığını gördüm. Şaşkınlıkla yanlarına gittim, mendili Ayça’nın elinden çekip Ozan’a yöneldim ama o yüzünü buruşturarak başını çevirdi. Buz gibi bir bakışla;
“Yeter, bırak artık lütfen” dedi.
Elimde mendil, arkasımı döndüm. Hızla yürümeye başladım. İnsan seline kapılıp,  Galatasaray'ın önündeki taksilere kadar gelmiştim ki bir anda yanımda Esen belirdi;
"Dursana, nereye gidiyorsun bu halde? " diye bağırdı nefes nefese...
Her şeye rağmen Esen en yakınım, peşimden koşan da yine o işte. Tam onu ne kadar  çok sevdiğimi söyleyeceğim ama Esen dinlemeyip devam ediyor; Bu kadar içecek ne varmış, ben çekip gidince kalan herkes birbirine daha da girecekmiş, Ozan zaten kötü hissediyormuş, şimdi de bunlar olmuş, Ayça da geldiğine pişmanmış, sarhoş olup pasajda olay çıkarmam yetmezmiş gibi sonra da yürüyüp gitmem şart mıymış…
Ne diyeceğimi bilmiyorum. “Böyle olmasını istemedim” diyebiliyorum, “Ben kimsenin eğlencesini bozmadan gitmeye çalıştım” diye kekeliyorum.  O sırada bir taksi durunca önümde Esen'den kolumu kurtarıp taksiye atıyorum kendimi, “Göztepe” diyorum şoföre.
Hareket edince, kendimi koltuğa bırakıyorum, başım hala çok dönüyor, midem bulanıyor. Bu gece ilk defa ağlamaya başlıyorum. Hıçkıra hıçkıra değil ama yorgun ve yenilmiş ağlıyorum. Ozan’ın beni artık sevmediğini bilsem de, o son bakışını ilk defa gördüm. Sadece kızgınlıkla değil, gerçek bir bıkkınlıkla baktı bana. Sanki ikimizin de mutlu olmasına izin vermeyen benmişim gibi baktı. Haklı belki de. Kendim Ozansız mutlu olamıyorum, onun da başkası ile mutlu olmasına tahammülüm yok işte...
Sadece Ozan değil, herkes için suçlunun ben olduğunu anlıyorum taksinin arka koltuğunda ağlarken. Güçsüz, zayıf, mutsuz, kıskanç bir insanım artık ve bunu herkes biliyor. Herkes benden hayata devam etmemi, gülen, gezen, anlatan, dinleyen, yaşayan eski ben olmamı beklerken, ben tüm bunları bırakıp, acıma takılıp kaldım. Bir başkasına dönüştüysem bu arkadaşlarımın ya da Ozan’ın suçu olabilir mi? Sahi ne zaman bıraktım ben kendim olmayı? Ozansız kalınca mı, yoksa çok daha önce Ozanla bir olunca mı? Ben kendimi severdim oysa, kusursuz değildim ama kendimle mutluydum... Hevesi, neşesi, aklı, coşkusu, merakı ile o eski beni çok ama çok özlüyorum.

Taksi sıkışık trafiğe rağmen adım adım köprüye yaklaşıyor. Bu köprü tüm muhteşemliği ve diğer her şey kadar, intiharları ile de ünlü. Bugüne dek hiç düşünmemişim, ilk defa hak veriyorum o insanlara. İlk defa, köprüden karşıya geçmek ve yola devam etmektense, kapıyı açıp kenara koşmak ve rüzgara karşı bir nefes alıp, kendini bırakıvermek çok kolay görünüyor gözüme. Zaten devam edememek demek, kendini bırakıvermek demek değil midir? Devam edebilme eyleminin gerektirdiği gücün yanında, bırakıvermenin kolaylığı ne kadar cazip… Daha fazla mücadele etmiyorum, kendini bırakıvermenin kolaylığını düşünürken, gece yarısı bir taksinin arka koltuğunda, kendimi bırakıyorum…
xxx

Koltuğun sarsılması ile uyandım, nerde olduğumu anlayamamanın verdiği şaşkınlıkla yerimde doğruldum. Pencereden dışarı baktığımda gördüğüm bulutlarla birden hatırlayarak gülümsedim, hayatımda ilk defa uçuyorum!
Ne dün gece, ne de ondan önceki gece uyuyabildim doğru dürüst heyecandan. Şimdi  tüm hazırlıklar, alınması gereken izinler, gözü yaşlı vedalar, geçilen kontroller geride kalınca, koltuğuma yerleşip uçak havalandıktan sonra geçen o tedirgin ama bir o kadar da büyülü anlardan sonra, sonunda içim geçivermiş anlaşılan.
Yerindem doğrulup dışarı, uzaklara bakmaya ve bulutların arasından yeryüzünü görmeye çalışıyorum. İlk defa uçağa bindiğimde, tamamen başka bir ülkeye, kıtanın diğer ucuna, bambaşka bir kültüre, dile doğru uçacağımı söyleseler hayatta inanmazdım. Şimdi parça parça gördüğüm bu karlı dağlar, göller, nehirler ve diğer her şey, bu güne dek bildiğim, tanıdığım her şeyden başka. Üzerinde uçtuğum bu kıta, sadece bir kara parçası değil, bambaşka dünyalar ve uçsuz bucaksız bir bilinmezlik benim için.
Beyoğlu’ndaki son geceyi ve sonra geçen iki ayı düşünüyorum sonra. Gecenin yarısında, hiç tanımadığım bir taksinin arka koltuğunda, ağlarken sızıp kaldığım gecenin üstünden iki ay değil de, yıllar geçmiş gibi. O geceden sonra hayat birden hızlandı ve benden tarafta olmaya karar verdi sanki.
O gecenin ertesi günü işe gittiğimde, Rusya’daki proje ekibinin bir asistana ihtiyacı olduğunu, az para kazanacağımı, ama eğer aklımı başıma toplayıp da düşündüğü gibi iş çıkarırsam, gerçek tasarım işlerinde de ilerleyebileceğimi söyledi patron. Karadenizli, göbekli ve aksi patronlar da  Tanrı’nın bize gönderdiği gizli melekler olabiliyormuş diye geçirdim içimden cevap vermeden önce...
Uzak diye, başka bir dil, başka bir iklim, süresi belli olmayan bir gurbetlik diye, ne ailem, ne de arkadaşlarım istedi gitmemi, Türkiye'de iş mi kalmamış? Ama kimseyi dinlemedim, kabul ettim uzak diyarlara gitme teklifi. Gündüz ofiste, gece evde çalıştım, uykusuz kaldım, tüm gücüm ile bitirme projesini teslim ettim, ne şanstır ki kabul edildi ve işte mezun oldum bu iki ay içinde.
Kimseye söylemedim daha önce ama, gitmek beni deli gibi korkutuyor itiraf ediyorum. Bir taraftan da gitme fikri bana herşeyden iyi geliyor, ne tuhaf... Oturduğum yerde, bulutlara bakarken ürperiyorum, beni bekleyen mutlak bir yanlızlık var o soğuk iklimlerde. Yanlız olmaktan bu kadar korkarken, bildiğim herkesten, ailemden, arkadaşlarımdan, Ozan'dan  ayrı, kıtanın bir ucunda olmak, belki de bugüne dek bildiğim korkuların en büyüğü. Bir taraftan da, uzun zamandır ilk defa, kalbimde bir heves var. Gitmek istiyorum, bilmediğim görmediğim yerleri keşfetmek, yeni insanlar tanımak, oralarla yenilenmek, gelişmek, genişlemek. Ne zamandır ilk defa içim kıpırdıyor, içime bir umut dalgası doluyor. Bu heves ve merak eski ben'e ait şeyler, demek ki kaybettiğim eski ben’i oralarda bulabilirim!
Ozan geliyor aklıma bildik eski alışkanlıkla sonra. Onu sevmekten vazgeçmedim hala, en azından dünyanın öbür ucuna bile gitsem, gittiğim yere beraberimde kalbimi ve içinde her ne varsa birlikte götürerek gittiğimi biliyorum. O geceden bir süre sonra Ayça eski erkek arkadaşına döndü, Ozan da yine yalnız. "Arkadaşça" görüştük bir kaç defa daha sonra. Uzaklara gitme fikrini duyunca, o da hoşlaşmadı, gereksiz bir macera dedi hatta. Macera tam da ihtiyacım olan şey oysa diye geçirdim içimden gülümseyerek.

Sabahlara başlamak, eskisi kadar olmasa da hala zor. Yattığım yerden kalkabilmek için içimdeki yeni hevesi bulup, körüklemem gerekiyor her sabah tekrar tekrar. Ama her gün kalkıp güne başladıktan sonra gerisi biraz daha kolaylaştı galiba. Bazen tüm bir saat boyunca Ozan’ı hiç düşünmediğimi fark edip mutlu oluyorum. Kimbilir, belki bir gün gelecek akşama kadar aklıma bile gelmeyecek Ozan!
Gittiğim uzak şehri hayal etmeye çalışıyorum. Hakkında sadece resimlerini gördüğüm o soğan kubbeli rengarek masal sarayını ve çok ama çok soğuk olduğunu bildiğim o uzak şehirde, beni neler bekliyor, kimseyi tanımadığım ve dilini bile konuşamadığım o şehirdeki yeni hikayelerimde neler olacak, bilmiyorum... 

Bildiğim tek birşey var uzaklara uçarken; eğer geleceğimde Ozan'la olmak varsa olurum, olmazsam da bu dünyanın sonu değil. Ben beni kaybetmedikten sonra, mutluluk nasıl olsa beni bulur, artık biliyorum…