11 Ocak 2011 Salı

ARAF

İnsan acı çekerken günün en zor zamanı geceler derler, geçmek bilmez, uzadıkça uzar, gecenin karanlığı acıyı körükler… Öyle değilmiş, artık biliyorum.

Günün en zor kısmı sabahıymış aslında. Gözümü açtığım o ilk an değil zor olan. O ilk şuursuzluk anı çok hafif, çok sakin, nerdeyse mutlu bir an. Sonra birden kim olduğumu, ne olduğunu, artık nasıl olacağını hatırladığım, bilincin yerine geldiği o ikinci an var, işte günün en zor kısmı o zaman başlıyor.

Her sabah o anda, acı sanki ilk defa yaşıyormuş gibi çöküyor yüreğime. Bilincin yerine geldiği o saniyeden itibaren, artık hiçbir şeyin eski güzel günlerdeki gibi olmayacağı gerçeği, bir taş gibi gelip oturuyor göğsüme, sıkıştırıyor içimi. Bu ağırlıkla değil yataktan kalmak, nefes almak ve uyanık kalmak bile zor geliyor artık. Gözümü dolabın kenarına dikmiş kıpırdamadan yatarken, son günlerde yaşanan her şey aklımdan geçiyor ve her sabah, söylenmiş acı sözleri, verilen çaresiz karşılıkları, nedenleri düşünüp, aynı muhasebeyi tekrar tekrar yaparken buluyorum kendimi. Tüm yaşananlar,  yaptığıma kendim de şaşırıp, bu ben miyim dedirten ve sonucu pişmanlıkla biten hareketler, başkalarının söyledikleri, bakışları, hepsi üzerime çullanıyor. Uyanıp da görmeye başladığım bu karabasan yataktan kalkmayı imkansız kılıyor. Yeni başlayan gün manasızca önümde uzanıyor ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyor. Yeni günden korkuyorum artık ben...

Hiçbir zaman sabah insanı olmadım. Her gün daha saatin ilk çalışında, hem de neşeyle uyanan, beş dakikada giyinip, onuncu dakikada tam makyaj, şık şıkırdak yola koyulabilen kadınlara oldum olası özenmişimdir hatta. Ama artık sabah yataktan kalkmak, aynada gördüğüm yüzü kabullenmek, dün çıkardığımı değil de yeni giysiler bulup giymek ve kendimi evin dışına çıkarabilmek, çok büyük bir mesele, hatta neredeyse fiziki bir imkansızlık oldu benim için.


Kendimce insan üstü bir iş başarıp sokağa çıkabildiğimde, caddenin kalabalığı, dolmuş bulmak, şehrin her gün artan sıkışıklığına ve bir yakadan diğerine geçme macerasına dahil olmak, bir süre beni kendimden alıkoyuyor. Sonra camdan dışarı bakarken, insanların nasıl olup da gülüp şakalaştığına, mutluluklarına şaşırıyorum; Herkesin sevdiği hala yanında demek…

Bu ofiste beni "İşe yeni başlayan tuhaf kız” olarak tanıyorlar. Hemen her sabah geç geliyor, beni tavsiye eden arkadaşım Esen dışında kimse ile konuşmuyorum.  Gülmüyorum herkes gülerken, en fazla nezaketen sırıtıyorum birisi güzel bir şeyler söylediğinde. Öğlenleri yemek söylesem bile, nerdeyse tüm paketi çöpe döküyor, sürekli çay ve sigara içiyorum. Yüzüm hep bilgisayara dönük olduğu halde, arada etraftakilerden gözyaşlarımı saklayamayıp, tuvalete kaçarak salya sümük ağladığım için, gözlerim hep kırmızı, içine çökük. Saçım eskiden de kolay şekle girmezdi, kıvırcık bir kalabalık olarak kendi bildiği şekilde kabarırdı, ama şimdi kökünden kesesim var, sen sağ ben selamet…

Mezun olmama çok az kaldı aslında. Mimar olup, bunca yıldır kazandıkları üç kuruştan arttırıp da  bana gönderen aileme, emeğin boşa gitmediğini gösterebilecek, hem kendimi geçindirip, hem de onlara faydalı olabileceğim. Tabii bu halimin aksine, aklımı başıma toplayıp, okulda bitirme projesini zamanında teslim edebilir, ofiste bana söylenenleri duymaya başlayıp, patronuma boş gözlerle bakmak yerine, Esen’in anlattığı gibi herkesin beğenisini kazanan, o başarılı genç mimar adayı olduğuna onu inandırabilirsem.

Bunları hatırlayıp, yaptığım işe, çizdiğim projeye vermeye çalışıyorum kendini. Bu halleri bir başkasında görse ayıplar, ”Bu kadarı da insanın kendisine saygısızlığı” gibi büyük laflar ederdim, biliyorum. Zaten zor olan da kendimi bu halimle kabul edebilmek işte…

Evet, beni bıraktı Ozan. Sevmiyor, sevmeyecek artık. Bundan sonra sevgilim, hiçbir zaman da kocam olmayacak. "Arkadaş" olacağızbundan sonra.

Son zamanlarda hep ettiğimiz o uzun kavgaların birinden sonra, bir akşamüstü söyledi ayrılmak istediğini. Ona ne kadar kızsam, içerlesem de uzun zamandır, hazır değildim duyduklarıma… Ardı ardına patladı söyledikleri kulaklarımda: Evliliğe ya da ciddi bir ilişkiye hazır değilmiş, bu yaşta bu kadar bağlanmak normal de değilmiş zaten, başka insanlar tanımamız, hayatı görmemiz ikisimizin de faydasınaymış aslında. Böyle hissedebildiğine göre herhalde aşık da değilmiş! Belki de hiçbir zaman bir bütünün iki yarısı olamamışız... İkimize ait bir gelecek göremiyormuş, uzatmanın faydası yokmuş, arkadaş kalmak bizim için daha iyiymiş…

Artık sana aşık değilim diyen birine ne denir? “Ama ben seni seviyorum, bu büyük şehre karşı seninle ayakta duruyorum, ben olmaktan çıktım, biz oldum, sensiz olmaktan öyle korkuyorum ki kalbim sıkışıyor…” Tüm bunları söylemenin bir anlamı var mıdır? Ozan kapıdan çıktı, üzerinden kalkan yükün ağırlığı ile hafiflemiş, bir kuş kadar özgür… Ben Esen'le paylaştığımız öğrenci evinde kaldım, tek başına, gidenin ardından soluğum tutularak.
“Ayrılık ölümden de zor” der şarkı, bilmiyorum o kadarını, bir şey diyemem ölüm acısına. Benim bildiğim, en yakınımın artık en bana en yakın olmak istememesi, artık onsuz olmak. Gördüğüm filmde, oturduğum deniz kenarında, yediğim yemekte onu anmak, aramak... Tam karşımda dururken bile bana bir daha eskisi gibi bakmayacağını, elimi tutmayacağını, sarılmayacağını, sevmeyeceğini  bilmek ve hep o eski onu özlemek... Kaybetme acısı belki de hep aynı, ama bu defa üstüne bir de istenmemenin eksikliği, suçlanması kaldı bende.

Keşke etrafımızdaki bu insanlar, arkadaşlarımız, uzak kaldığımız şehirlerdeki kendi ailelerimizin yokluğunda, bu kadar önemli olmasaydı ikimiz için de. O zaman arkadaş kalalım falan demezdik belki, kestirip atardık birbirimizi hayatlarımızdan. En çok onu görmek, en çok onunla konuşmak isterken, yine de kenarda durup, onu seyrederek yaşamak zorunda olmazdım. Ama hem onsuz olmak, hem de diğerlerini bırakmayı göze alamam işte. Yalnız kalmaktan bu kadar korkarken, yapayalnız olmak ne mümkün...

O günden beri yine akıyor hayat herkes için, her ne kadar ben kendi arafımda kalmış olsam da. Bir aydır aynı arkadaşlarla, aynı yerlerde, ama ayrı taraflardayız. Hevessiz, neşesiz, hep küskünüm artık. Çoğunlukla söyleneni duymuyor, sürekli bir yerlere dalıyorum. Etrafımdaki olaylar insanlar, sanki bana dokunmadan etrafımdan süzülüp geçiyorlar.
Gün içinde hala Ozan’ın ne yaptığını, ne yapacağını düşünüyor, bir bahane bulup mutlaka iş çıkışı onu da görmeme ihtimal verecek planlar yapıyorum. Başka şeyleri düşünürken bile aklımın bir köşesiyle onu düşünüyor olmaya şaşıyorum bazen...  İnsan zehrini bu kadar özler mi? O zehir ki her temasta daha çok yayılacak, biraz daha yakacak, çok acıtacak. Ama her bağımlı gibi yoksunluk hissediyorum her an ve birazcık ondan koyabilmek için içimdeki boşluğa, sürekli onu görebilmenin yollarını kuruyorum kendi kendime. Birine bağlı olmak ama bağımlı olmamak…  Mümkün müdür acaba?

Ozan o kadar hevesli değil artık biraraya gelmelere. Bir bahaneyle ya hiç gelmiyor ya da herkesten geç kalıyor toplu buluşmalara. Erkek erkeğe görüşmeler de daha sık olmaya başladı, biliyorum. Bir aradayken nazik ama mesafeli artık. Bu akşam Esen'in yaş günü şerefine buluşulacağı için kesin gelir ama biliyorum. Üstüme biraz çeki düzen vermeye, hatta makyaj yapmaya çalıştım işten çıkarken. Esen'in beni böyle görünce buruk gülümsediği gözümden kaçmadı. Üzülüyor bu halime, en yakın arkadaşıma bile bu kadar zayıf ve güçsüz göründüğüm için utanıyorum bazen kendimden.

Çiçek pasajı her zamanki gibi kalabalık, gürültülü ve rengarenk. Daha vakit çok da geç olmamasına rağmen, hemen hemen bütün masalar dolmuş, sigara dumanı şimdiden havayı ağırlaştırmış. Öğrenci bütçesi için pahalı bir seçim olsa da, Esen çok sever burayı, hesap bölüşülüp ödenecek artık Türk usulü. Bizim masada on - on iki kişi var şimdiden. Gözüm heyecanla Ozan'ı arıyor, gelmiş işte, masanın diğer ucunda! Masadakiler arasında Ayça'yı garipsiyorum bir tek görünce. Yan sınıftaki bu hoş, akıllı ve bir o kadar da zengin kızı kim çağırmış ki bu akşam? Esen'le bir yakınlıkları da yok o kadar benim bildiğim. Ama unutuyorum ne düşündüğümü, hemen Ozan'a kayıyor aklım, kalbim yine.

Doğum günü kızı gelince hareketlendi masa, herkesle öpüştük, selamlaştık. Masadan biri gitar çalmaya diğerleri eşlik etmeye geçti biz daha oturur oturmaz. Kadehime içki doldurup etraftakilere katılır görünmeye çalışıyorum. Kaçamak bakarken Ozan'la göz göze geliyorum. O kadar özlemişim ki onu, kaçıramıyorum bakışımı, çeviremiyorum yüzümü. Gülümsüyorum, kadehimi kaldırıyorum ona doğru. Hazırlıksız yakalanmışça ve beceriksizce karşılık veriyor. Sonra çeviriyor başını tekrar, söylenen şarkıya eşlik etmeye devam ediyor.

Ben de önüme bakıp, bir taraftan şarkıya katılmaya çalışıyorum ama beceremiyorum pek. Zaten gerçekten içip söylemeye kendimi kaptırabilmek, ancak bir kaç kadeh sonra mümkün olur benim için. İki yanımdakilerin şarkı arası sohbetlerine katılmaya çalışıyorum yapabildiğim kadar. Bakmazken bile ne yaptığını görebilecek, başkası ile konuşurken bile kime ne söylediğini duyabilecek kadar pür dikkat Ozan'da aklım. Yan yana oturmasalar bile çoğunlukla Ayça’ya dönük olduğunu fark ediyorum sonra. Sanki en çok ona gülüyor, şarkılara bir tek onunla eşlik ediyor gibi.


Bu bakışları iyi tanırım ben oysa, hayranlıkla ve pür dikkat karşısındaki dinleyen Ozan,  yumuşak, onaylayıcı bir bakışla bakan Ozan, arada muzip bir gülümsemeyle çekiciliğine çekilik katan ve bunu farkında olan Ozan. Bu Ozan’ı iyi bilirim ben, uzun zamandır görmemiştim sadece… Mutlu, hevesli, karşısındakine meraklı bir hayranlıkla, keşfetmek için bakan, yüzünde bir heyecan dalgasının gezinmesine engel olamayan Ozan. Sanki bir anda burnumun ucunda olan ve benim gormediğim bir cama çarpıyorum sanki yüzümü, anlıyorum... Bu yeni Ozan’ın sebebi Ayça! Birden kızın uzun zamanlı erkek arkadaşından ayrıldığını duyduğunu hatırlıyorum geçenlerde. Hatta üzülmüş, benzer durumda olduğumuzu düşünüp içim burkulmuştu bu kız için! Demek böyle teselli buluyorlar birbirlerinde… Bir başkası için eskimiş olan heyecanlar, yeni heveslerde canlanıyor demek.

Sonra çok gülüyor, çok konuşuyorum. Etrafındakiler dünyanın en heyecanlı, en komik hikayelerini anlatıyorlar  ve rakı daha önce hiç bu kadar kolay içilen bir içki olmamıştı sanki. Gözüm ve kalbim hala masanın diğer tarafında. Başım dönüyor, pasajın gürültüsü ve gitarın sesi gitgide daha da yükseliyor, sadece pasaj ve içindekiler değil, tüm şehir, benimle birlikte, bana gülüyor. Masanın diğer yanı, dünyanın da öbür yanı olmuş. O dünyada eski sevgililer yeni aşklar buluyor, o dünyada Ozan bir başkasına sevgiyle ve hayranlıkla bakıyor... Öte dünyada yeni umutlar heyecanlar var, bu taraf ise yenik bir dünya, yenilgiyi kendi ilan etmiş, kendi sahiplenmiş, şimdi ise fıldır fıldır dönen bir dünya.
Ozan’ın mutluluğundaki tek tedirginlik benimle göz göze gelmek sanki. Masanın bu tarafına nerdeyse hiç bakmıyor, hatta sandalyesinde diğer tarafa dönük oturuyor. Bu haksızlık içinimi acıtıyor. Ne yaptım ki bu kadar istenmeyecek, ne yaptım ki varlığım bile huzursuzluk veriyor? Mutlu olmak istemiştim, Ozan’la bir olmak istemiştim bu hayata karşı. Onun da bunu istediğini hatırlıyorum, beni sevdiğini, bana da aynı merakla, heyecanla baktığı zamanları hatırlıyorum. O bakışları ben uydurmuyorum ya, hepsi yalan hepsi kandırmaca olamaz… Yerimden kalkıyorum, soracağım tüm bunları... Yürüyorum, yanında durup, kulağına eğiliyorum; "Biraz dışarı gelsene."
Ozan başını kaldırıp ona biraz can sıkıntısı, biraz da endişeyle bakıyor bana. Olay çıkaracağımı sandı... Aslında bütün masada bir sessizlik oldu galiba. O zaman anlıyorum, herkesin bu yeni havadisten haberdar olduğunu ve en az Esen kadar benim gelişimin de merakla beklendiğini masada... Ozan’ın ayağa kalktığını bir rüyada gibi fark ediyorum, sonra arkamı dönüp dışarı doğru, kalabalığı yararak yürüyorum. Kalbim o kadar hızlı atıyor ki, yokuş tırmanıyormuş gibi nefesim daralıyor.
Pasajın dışı da, neredeyse içi kadar kalabalık. Her iki yöne de aynı uğultu ile akan insan selinin kenarında duruyorum.
“Söyle, ne oluyor!” diyorum. Bağırdığımı kendi sesimi duyunca anlıyorum ancak.
"Sarhoşsun.” diyor yüzü gerilerek.

İşte bir suçum daha. Kabahat yine bende… Hep suçluyum ben! Ozan’ın aşkı bitti, benimki bitmedi! Zayıf olan, mutsuz olan, hayatına devam edemeyen benim! Aylardır mutsuzluğum ile Ozan’a yük oluyorum! Şimdi de sarhoş olup, Ozan’ın canını sıkan insanım işte…
“Neler oluyor???” diye haykırıyorum bu sefer.
“Bir şey olduğu yok” diyor sinirlenerek. “Neden bahsettiğini anlamıyorum.”
Bu kadarı fazla artık!
“Ayça’yı sen mi getirdin?” diye soluyorum ve Ozan’ın yüzündeki her türlü itirafın yerine geçen çaresizlik bakışını görünce nefesimi tutuyorum.
Yine de inkar ediyor; "Ayça’yla falan gelmedim, erkek arkadaşından yeni ayrılmış, arada bir konuşuyoruz, iyi bir kız, birbirimize iyi geliyoruz…” Sonra söylemek istediğinden çok söylemiş olduğunu fark etmiş gibi susuyor. Yere bakıp, parke taşlara vurmaya başlıyor ayağını.
“Keşke” diyorum, arkasını getiremiyorum. Keşke sen böyle susmasaydın hep konuşman gereken yerde diyeceğim, sonra diğer keşkeleri sıralayacağım, suçlu gerçekten ben miyim diye soracağım ama öyle yorgunum ki... Geçmiş ayların tüm ağırlığı üzerime çöküyor. Sonra çok ama çok üşüyorum birden sokağın ortasında. Kendim de anlamadığım bir şeyler geveleyip içeri yöneliyorum, ardımdan gelip gelmediğine bakmadan yürüyüp, yerime oturuyorum.

Yanındakilerim söylediklerini duymadan boş gözlerle etrafa bakıp, kadehte kalanı bir kerede içiyorum. "İşte şimdi bitti" diye geçiyor aklımdan. "Daha fazla bu masada oturamam." Yanınkilerin anlattığı en komik hikayeleri daha fazla dinlemeyeceğimi anlıyorum. Herkes ne kadar uzak masanın bu ucuna. Kendi kendime olmaktan, yalnız kalmaktan korktuğum için gelip oturduğum, İstanbul’un belki de en kalabalık yeri Çiçek Pasajı’nda, Ozan ve en yakınlarımın olduğu bu masada, dünyanın en yalnız insanıyım ben...
Bırakayım da tüm masa öte dünyaya dahil olsun, bana bu kadar eğlence yeter... Sessizce ayrılmak, diğerlerinin eğlencesini bölmeden gitmek için ayağa kalkıyorum. Sandalye paltomla birlikte devrilip, arka masadaki bardakları devirince ve sendeleyip tutunmak isterken, o masadan bir adamın kucağına meze tabağını dökünce bunu pek başaramadığımı anlıyorum.

Adam hışımla kalktı yerinden. Gitar durdu, herkes bana bakıyor. Her iki masadaki alkol oranı da artmış olmalı ki, o masadan birisi;  “Adam olup, sahip olsanıza yanınızdaki sarhoş karıya!” diye bağırınca ortalık birden karışıyor.
Masanın delikanlıları ile yan masadaki bıçkın ağabeyler bir anda itişmeye başladılar. İlk yumruk kimden geldi anlamadı, ama o kargaşada Ozan’ın gelen bir yumruğu savuşturup, ikincinin hedefi olmaktan kaçamadığını gördüm. Başka sandalyeler tabaklar devrildi, kızlar hep bir ağızdan bağırarak, erkekleri tutmaya, bir taraftan da arada kalıp ezilmemeye çalıştı. Ben sanki donmuş gibiyim, itiş kakışın ortasında birileri bana çarpıp, çekiştirirken, düşmemeye, ayakta kalmaya çalışıyorum.

Böyle durumlara alışık garsonlar olaya hakim oldular çok geçmeden, kavgacıları ayırıp, hesabı kestiler, herkesi ayrı kapılardan pasajdan dışarı çıkardılar.
Beyoğlu’nun ortasındaki darmadağın hallimiz pek tatsız, kimsede doğum günü kutlayacak hal kalmamış, herkesin keyfi kaçmış. Kavgaya alışık olmayan iyi aile çocukları olarak, bıçkın ağabeyler tarafından tartaklanan erkeklerin çoğunda bir iki yara bere var. Ozan’ın dudağı patlamış, fena kanıyor.  Ayça’nın elindeki mendille kanı silmeye çalıştığını gördüm. Şaşkınlıkla yanlarına gittim, mendili Ayça’nın elinden çekip Ozan’a yöneldim ama o yüzünü buruşturarak başını çevirdi. Buz gibi bir bakışla;
“Yeter, bırak artık lütfen” dedi.
Elimde mendil, arkasımı döndüm. Hızla yürümeye başladım. İnsan seline kapılıp,  Galatasaray'ın önündeki taksilere kadar gelmiştim ki bir anda yanımda Esen belirdi;
"Dursana, nereye gidiyorsun bu halde? " diye bağırdı nefes nefese...
Her şeye rağmen Esen en yakınım, peşimden koşan da yine o işte. Tam onu ne kadar  çok sevdiğimi söyleyeceğim ama Esen dinlemeyip devam ediyor; Bu kadar içecek ne varmış, ben çekip gidince kalan herkes birbirine daha da girecekmiş, Ozan zaten kötü hissediyormuş, şimdi de bunlar olmuş, Ayça da geldiğine pişmanmış, sarhoş olup pasajda olay çıkarmam yetmezmiş gibi sonra da yürüyüp gitmem şart mıymış…
Ne diyeceğimi bilmiyorum. “Böyle olmasını istemedim” diyebiliyorum, “Ben kimsenin eğlencesini bozmadan gitmeye çalıştım” diye kekeliyorum.  O sırada bir taksi durunca önümde Esen'den kolumu kurtarıp taksiye atıyorum kendimi, “Göztepe” diyorum şoföre.
Hareket edince, kendimi koltuğa bırakıyorum, başım hala çok dönüyor, midem bulanıyor. Bu gece ilk defa ağlamaya başlıyorum. Hıçkıra hıçkıra değil ama yorgun ve yenilmiş ağlıyorum. Ozan’ın beni artık sevmediğini bilsem de, o son bakışını ilk defa gördüm. Sadece kızgınlıkla değil, gerçek bir bıkkınlıkla baktı bana. Sanki ikimizin de mutlu olmasına izin vermeyen benmişim gibi baktı. Haklı belki de. Kendim Ozansız mutlu olamıyorum, onun da başkası ile mutlu olmasına tahammülüm yok işte...
Sadece Ozan değil, herkes için suçlunun ben olduğunu anlıyorum taksinin arka koltuğunda ağlarken. Güçsüz, zayıf, mutsuz, kıskanç bir insanım artık ve bunu herkes biliyor. Herkes benden hayata devam etmemi, gülen, gezen, anlatan, dinleyen, yaşayan eski ben olmamı beklerken, ben tüm bunları bırakıp, acıma takılıp kaldım. Bir başkasına dönüştüysem bu arkadaşlarımın ya da Ozan’ın suçu olabilir mi? Sahi ne zaman bıraktım ben kendim olmayı? Ozansız kalınca mı, yoksa çok daha önce Ozanla bir olunca mı? Ben kendimi severdim oysa, kusursuz değildim ama kendimle mutluydum... Hevesi, neşesi, aklı, coşkusu, merakı ile o eski beni çok ama çok özlüyorum.

Taksi sıkışık trafiğe rağmen adım adım köprüye yaklaşıyor. Bu köprü tüm muhteşemliği ve diğer her şey kadar, intiharları ile de ünlü. Bugüne dek hiç düşünmemişim, ilk defa hak veriyorum o insanlara. İlk defa, köprüden karşıya geçmek ve yola devam etmektense, kapıyı açıp kenara koşmak ve rüzgara karşı bir nefes alıp, kendini bırakıvermek çok kolay görünüyor gözüme. Zaten devam edememek demek, kendini bırakıvermek demek değil midir? Devam edebilme eyleminin gerektirdiği gücün yanında, bırakıvermenin kolaylığı ne kadar cazip… Daha fazla mücadele etmiyorum, kendini bırakıvermenin kolaylığını düşünürken, gece yarısı bir taksinin arka koltuğunda, kendimi bırakıyorum…
xxx

Koltuğun sarsılması ile uyandım, nerde olduğumu anlayamamanın verdiği şaşkınlıkla yerimde doğruldum. Pencereden dışarı baktığımda gördüğüm bulutlarla birden hatırlayarak gülümsedim, hayatımda ilk defa uçuyorum!
Ne dün gece, ne de ondan önceki gece uyuyabildim doğru dürüst heyecandan. Şimdi  tüm hazırlıklar, alınması gereken izinler, gözü yaşlı vedalar, geçilen kontroller geride kalınca, koltuğuma yerleşip uçak havalandıktan sonra geçen o tedirgin ama bir o kadar da büyülü anlardan sonra, sonunda içim geçivermiş anlaşılan.
Yerindem doğrulup dışarı, uzaklara bakmaya ve bulutların arasından yeryüzünü görmeye çalışıyorum. İlk defa uçağa bindiğimde, tamamen başka bir ülkeye, kıtanın diğer ucuna, bambaşka bir kültüre, dile doğru uçacağımı söyleseler hayatta inanmazdım. Şimdi parça parça gördüğüm bu karlı dağlar, göller, nehirler ve diğer her şey, bu güne dek bildiğim, tanıdığım her şeyden başka. Üzerinde uçtuğum bu kıta, sadece bir kara parçası değil, bambaşka dünyalar ve uçsuz bucaksız bir bilinmezlik benim için.
Beyoğlu’ndaki son geceyi ve sonra geçen iki ayı düşünüyorum sonra. Gecenin yarısında, hiç tanımadığım bir taksinin arka koltuğunda, ağlarken sızıp kaldığım gecenin üstünden iki ay değil de, yıllar geçmiş gibi. O geceden sonra hayat birden hızlandı ve benden tarafta olmaya karar verdi sanki.
O gecenin ertesi günü işe gittiğimde, Rusya’daki proje ekibinin bir asistana ihtiyacı olduğunu, az para kazanacağımı, ama eğer aklımı başıma toplayıp da düşündüğü gibi iş çıkarırsam, gerçek tasarım işlerinde de ilerleyebileceğimi söyledi patron. Karadenizli, göbekli ve aksi patronlar da  Tanrı’nın bize gönderdiği gizli melekler olabiliyormuş diye geçirdim içimden cevap vermeden önce...
Uzak diye, başka bir dil, başka bir iklim, süresi belli olmayan bir gurbetlik diye, ne ailem, ne de arkadaşlarım istedi gitmemi, Türkiye'de iş mi kalmamış? Ama kimseyi dinlemedim, kabul ettim uzak diyarlara gitme teklifi. Gündüz ofiste, gece evde çalıştım, uykusuz kaldım, tüm gücüm ile bitirme projesini teslim ettim, ne şanstır ki kabul edildi ve işte mezun oldum bu iki ay içinde.
Kimseye söylemedim daha önce ama, gitmek beni deli gibi korkutuyor itiraf ediyorum. Bir taraftan da gitme fikri bana herşeyden iyi geliyor, ne tuhaf... Oturduğum yerde, bulutlara bakarken ürperiyorum, beni bekleyen mutlak bir yanlızlık var o soğuk iklimlerde. Yanlız olmaktan bu kadar korkarken, bildiğim herkesten, ailemden, arkadaşlarımdan, Ozan'dan  ayrı, kıtanın bir ucunda olmak, belki de bugüne dek bildiğim korkuların en büyüğü. Bir taraftan da, uzun zamandır ilk defa, kalbimde bir heves var. Gitmek istiyorum, bilmediğim görmediğim yerleri keşfetmek, yeni insanlar tanımak, oralarla yenilenmek, gelişmek, genişlemek. Ne zamandır ilk defa içim kıpırdıyor, içime bir umut dalgası doluyor. Bu heves ve merak eski ben'e ait şeyler, demek ki kaybettiğim eski ben’i oralarda bulabilirim!
Ozan geliyor aklıma bildik eski alışkanlıkla sonra. Onu sevmekten vazgeçmedim hala, en azından dünyanın öbür ucuna bile gitsem, gittiğim yere beraberimde kalbimi ve içinde her ne varsa birlikte götürerek gittiğimi biliyorum. O geceden bir süre sonra Ayça eski erkek arkadaşına döndü, Ozan da yine yalnız. "Arkadaşça" görüştük bir kaç defa daha sonra. Uzaklara gitme fikrini duyunca, o da hoşlaşmadı, gereksiz bir macera dedi hatta. Macera tam da ihtiyacım olan şey oysa diye geçirdim içimden gülümseyerek.

Sabahlara başlamak, eskisi kadar olmasa da hala zor. Yattığım yerden kalkabilmek için içimdeki yeni hevesi bulup, körüklemem gerekiyor her sabah tekrar tekrar. Ama her gün kalkıp güne başladıktan sonra gerisi biraz daha kolaylaştı galiba. Bazen tüm bir saat boyunca Ozan’ı hiç düşünmediğimi fark edip mutlu oluyorum. Kimbilir, belki bir gün gelecek akşama kadar aklıma bile gelmeyecek Ozan!
Gittiğim uzak şehri hayal etmeye çalışıyorum. Hakkında sadece resimlerini gördüğüm o soğan kubbeli rengarek masal sarayını ve çok ama çok soğuk olduğunu bildiğim o uzak şehirde, beni neler bekliyor, kimseyi tanımadığım ve dilini bile konuşamadığım o şehirdeki yeni hikayelerimde neler olacak, bilmiyorum... 

Bildiğim tek birşey var uzaklara uçarken; eğer geleceğimde Ozan'la olmak varsa olurum, olmazsam da bu dünyanın sonu değil. Ben beni kaybetmedikten sonra, mutluluk nasıl olsa beni bulur, artık biliyorum… 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder